Selamlar, bu yazımda bizzat yaşamış olduğum askerliğe başvuru sürecini ve yapılması gerekenleri anlatacağım.
Öncelikle 20 yaşınızı doldurduğunuzda nüfus cüzdanınızda yazan kütüğünüze bir mektup geliyor. O adreste ikamet etmiyorsanız mahalle muhtarına bırakılmıştır, oradan gidip alabilirsiniz. Eğer üniversiteniz tecilinizi otomatik olarak yaptırmadıysa veya unutulup aksatıldıysa kaçak durumuna düşebilirsiniz. O yüzden 20 yaşı doldurduktan bir kaç ay sonra araştırıp soruşturmakta fayda var.
Askere gitmenizle ilgili tebliğ yazısını aldınız ve muhtemelen öğrenciliğiniz o sırada devam ediyor. Panik yapmaya gerek yok üniversitenizden öğrenci belgesi alıp ilgili askerlik şubesine veriyorsunuz onlar tecil yapıyorlar ve diyorlar ki mezun olunca vakit kaybetmeden diplomanı da al gel.
Benim durumum çok karışıktı ve internette bu durumla ilgili herhangi bir yazı bulamadım o yüzden ben yazayım dedim.
Lisans diplomamı aldım, yüksek lisansı kazandım kayıt yaptırıp askere gitmek istiyorum. Yani "yüksek lisansı dondurup askere gitmek" için yapılması gerekenler.
25.06.2013'te mezun oldum diplomamı aldım (geçici mezuniyet belgesi de olur). Diplomamla ikamet ettiğim yer olan Kadıköy'ün askerlik şubesine gittim. (Yeri Kadıköy'den Üsküdar'a giderken Zeynep Kamil'in oralarda, otobüs durağı var zaten askerlik şubesi diye) Yüksek lisansa kayıt yaptırabilmek için "askerlik durum belgesi" istiyorlar. Önce onu aldım ve 31.12.2016 tarihine kadar tecilli olduğumu öğrendim. Diğer evraklarla birlikte askerlik durum belgemi de vererek yüksek lisansa kaydımı yaptırdım. Öğrenci işlerine kaydımı dondurup kasımda askere gitmek istiyorum mümkün müdür diye sordum yapabilirsin dediler. Sonra diplomamı aldım doğru askerlik şubesine. Derdimi anlattım tamam dediler.
Tecil Bozdurup Askere Karar Aldırma İşlemi:
Lisanstan mezun oldunuz askere gitmek istiyorsunuz. Yapmanız gereken ilk şey diplomanızın aslı, 4 tane diploma fotokopisi, nüfus cüzdanınızın aslı, 2 tane kimlik fotokopisi, sağlık durumunuzla ilgili herhangi bir sıkıntınız yoksa 4 adet vesikalık, sağlığınızla ilgili problem varsa 15 tane vesikalık, 2 adet de dilekçe gibi bir form veriyorlar size askerlik şubesinden onu dolduruyorsunuz (yanınızda tükenmez kalem götürmekte fayda var). Fotoğrafların hepsi aynı olmak zorunda, diplomanızı daha almadıysanız geçici mezuniyet belgesiyle de başvurabilirsiniz.
Bir üst paragrafta yazmış olduğum belgelerle başvuru yapıyorsunuz size oradan bir takım kağıtlar veriyorlar 2 nüsha halinde ve onunla aile hekiminize gitmeniz söyleniyor. Aile hekiminize boyunuzu, kilonuzu ölçtürmek ve muayene olmak için gidiyorsunuz. Eğer geçmişe dönük kronik rahatsızlıklarınız, askere gitmenize engel olabilecek bir durumunuz veya sıkıntı yaratabileceğini düşündüğünüz sağlık problemleriniz varsa hepsini aile hekiminize anlatmanız lazım. Eğer hiçbir sağlık sorununuz yoksa aile hekimi askerlik şubesinden verdikleri kağıda boyunuzu kilonuzu ve askerliğe elverişlidir diye yazıyor gönderiyor. O belgeyi askerlik şubesine teslim ettiğinizde işiniz bitiyor şimdilik.
Bir diğer seçenek ise (Gülhane Askeri Tıp Akademisi) GATA'ya sevk edilmek. Aile hekimine gittiniz durumunuzu açıklayan geçmişe dönük kullandığınız ilaçları, gördüğünüz tedaviler, raporlarınızı götürdünüz. Eğer doktorunuz durumunuzun incelenmesi gerektiğini düşünüyorsa GATA'nın ilgili polikliniğine sevk ediyor sizi bu aşamada aile hekiminizin boy, kilo ve protokol numarası kısımlarını eksiksiz doldurmuş olması gerekiyor, kontrol edin boşu boşuna tekrar uğraşmayın. GATA'ya direkt gidemiyorsunuz o kağıtlarla birlikte tekrar askerlik şubesine gidiyorsunuz ve ilk başvururken vermiş olduğunuz 4 adet vesikalık fotoğrafın aynısından 11 tane daha götürmeniz gerekiyor. Askerlik şubesinde o fotoğraflarınızın hepsi mühürlenip imzalanıyor ve aile hekiminin doldurduğu kağıtla birlikte kapalı bir zarfa konup GATA'nın ilgili polikliniğine sevk ediliyorsunuz. Zarfı ilgili doktorun açması gerekiyor siz açmayın sıkıntı yaşayabilirsiniz.
Randevu filan almadan direkt GATA'da sivil poliklinikler kısmında sağlık probleminizle ilgili sevk edildiğiniz doktora gidiyorsunuz. Doktor muhtemelen sizden bir takım tahliller isteyecek (kan, idrar, röntgen, ultrason... gibi). Onları yaptırıyorsunuz sonuçlarını alıp doktorunuza gösteriyorsunuz o da kendince bir rapor yazarak sizi er polikliniklerine sevk ediyor. Bu arada GATA'da 65yaş üstü ve gazi şehit yakınları ilk öncelikli onlardan hemen sonra da askeri işleri olanlara, heyete çıkacak olanlara filan öncelik tanıyorlar çok sıra beklemiyorsunuz genelde. Tahlil sonuçlarınızla er polikliniğine geldiniz. Doktor inceliyor ve size bazı sorular soruyor ona göre. Er polikliniğindeki doktorunuz tahlil sonuçlarınız ve verdiğiniz cevaplara göre sizi ya heyete sevk ediyor ya da askere elverişli olduğunuzla ilgili bir rapor yazıp gönderiyor. Heyete çıkmak çok sancılı ve uzun bir süreçmiş. Bana GATA'daki doktor "askerliğe elverişlidir, komando olamaz." diye rapor verdi. O raporu askerlik şubesine teslim ettim ve askere karar aldırma işlemim bitti. 1-30 Eylül tarihleri arasında son yoklama için askerlik şubesine transkriptimin aslı ve 2 adet fotokopisiyle birlikte uğramamı söylediler.
Kasım Celbi İçin Önemli Tarihler:
Diplomayla birlikte ilk başvuru, tecil bozdurup, muayene olup, askere karar aldırmak için son tarih:
15 Ağustos
Transkriptle birlikte askerlik öncesi işlemler için tarihler:
1-30 Eylül
Kısa Dönem Er mi yoksa Uzun Dönem Yedek Subay mı olduğunuz, acemi ve usta birliği yerlerinizin, sevk tarihinizin açıklanması:
25 Ekim (muhtemelen)
Yüksek lisansa da kesin kaydımı yaptırdıktan sonra dilekçe verdim. "Kasım 2013 celbiyle askere gitmek için karar aldırdığımdan askerlik sevk tehir işlemini yapmamanızı arz ederim. Askere gideceğim zaman enstitüye gelip kaydımı dondurmam gerektiğini biliyorum." diye bir dilekçe yazıp verdim. Bunu vermezseniz enstitü otomatik olarak yeni kayıt yaptıran tüm öğrencilerin tecilinin yapılması için askerlik şubenize yazı gönderiyor.
Askere alma ile ilgili site:
http://www.asal.msb.gov.tr/
Tüm duyuruları ve tarihleri bu site üzerinden takip edebilirsiniz.
Süreç ilerledikçe bu yazımı güncelleyeceğim.
31 Temmuz 2013 Çarşamba
28 Temmuz 2013 Pazar
25 Temmuz 2013 Perşembe
Ukrayna'nın Kalbi Kiev
Gezdiğim Tarih : 13-23 Kasım 2010
Kişiler : Tek Başıma
Kaldığım Yer : Liseden sınıf arkadaşım İsmail Kaptan'ın evi
2010'un Kurban Bayramı tatili 9 gün sürecekti. Liseden sınıf arkadaşım İsmail de Ukrayna'nın Kiev kentinde NAU'da (National Aviation University) okuyordu. Yeşil pasaportumun nimetlerinden faydalanabilmek için yurt dışı gezileri kovalarken fırsat tam denk gelmişti o sıralar Pegasus Hava Yolları Ukrayna'nın Kharkiv şehrine sefer düzenlemeye yeni başlamıştı ve tanıtım amaçlı olarak bilet fiyatları oldukça uygundu. -İstanbul-Kiev uçak biletleri gidiş dönüş en uygun 700-800TL civarında iken ben İstanbul-Kharkiv biletimi gidiş dönüş 150TL'ye almıştım. Araştırmalarıma göre de Kharkiv-Kiev arası tren biletleri de 15-20 USD civarıydı.
Sabiha Gökçen'den atladım uçağa doğru Kharkiv. Sabaha karşı 4:30 civarında bir gürültüyle paldır küldür zemini çok kötü olan bir piste iniş yaptık. Pist zifiri karanlık, uçağı kenara bir yola garip bir yere park ettiler, polis inenleri kontrol edecekmiş. Gece yarısı göz gözü görmeyen karanlıkta tek tek uçaktan iniyor, pasaportumuzu polise gösterip 5-10 saniye elindeki fenerle elimizi yüzümüzü tipimizi incelemesine izin veriyor daha sonra da ön taraftan traktöre bağlı kapalı römork tarzı bir taşıta biniyorduk. Herkes indikten sonra traktör hareket etti taşlı topraklı delikli çukurlu yollardan geçerek hava limanı binasına geldik. Herkes ne amaçla geldiğini ne kadar süre kalacağını filan soran küçük beyaz bir kağıt doldurup pasaport kontrol sırasına girdi. Polisler çok sinirli ve gergin görünüyordu çoğu kişinin pasaportuna damgayı güçlükle vuruyor ve valizlerinin içini arıyordu. Dertleri rüşvetmiş sonradan anladım bizim akıllı işleyişi bilen Türkler pasaportun arasına 10 dolar sıkıştırarak uzatıyorlar ve sıkıntı olmadan giriş damgasını vurdurup geçiyorlardı. Ben de gergin bir şekilde bayan polis memuruna uzattım pasaportumu güler yüzle damgamı vurup geri verdi tam valizimi arayacaklarken polisin bir tanesi pasaportumun yeşil olduğunu fark edip arattırmadan geçirdi beni.
Hava limanının çıkışında bekleyen gözü açık taksiciler bizi tren garına götürmek için 200 grivna (Ukrayna parası) teklif ediyorlardı. Telefonuma Türkiye'deyken İsmail'in annesinden aldığım Ukrayna hattını (Life) taktım ve İsmail'le konuştuk bana telefonla taksi yollayacaklarını söylediler. Süper bir sistem Kiev'den telefonla arayıp kilometrelerce ötedeki Kharkiv hava limanından tren garına müşteri bırakmasını söylüyorsunuz taksi şirketi de sizi almaya gelecek aracın rengini plakasını ve fiyatın ne kadar tutacağını mesaj atıyor. O sırada benim gibi tren garına gidecek olan bir kaç Türk abiyle tanışıp sohbet ettik biraz ve birlikte aynı taksiye binip gidelim dedik. Taksinin fiyatı 50 grivna Türk abilerle bölüştük bana da 20 grivna vermek düştü. İlk iner inmez gördüğüm orada bekleyen taksici 200 grivna diyordu ben sadece 20 grivnaya tren garına gittim. Yol da oldukça uzundu, telefonla aranıp çağrılan taksilerin fiyatı gerçekten çok ucuz Türkiye'ye göre. Ben gittiğim zaman yaklaşık 4,5-5 Ukrayna grivnası 1 Türk lirasına eşitti. Yani taksiye 20 grivna ödedim demiştim ya 4 TL tuttu.
Saat 05:40 civarı Kharkiv tren istasyonuna geldim. Bütün yazılar kiril alfabesiyle yazılmış ve İngilizce hiç bir yönlendirme bulamadım. Polislere soruyorum İngilizce bilen yok, kasadaki kadın anlamıyorum diyor. Arkadaşım Rusça mesaj gönderdi hangi sefer sayılı saat kaçta kalkan trene bilet almak istediğimi yazan onu gösteriyorum onu da kabul etmiyor. Tam çıldıracaktım bilet alamadığım için ki o sırada takside birlikte geldiğimiz Türk abiyi gördüm daha önce 4-5 sene Ukrayna'da çalışmış Rusça biliyordu. Ondan rica ettim ve tren biletimi ona aldırttım. Tren garındaki iğrenç pis leş gibi kokan sağa sola kusulmuş boş içki şişeleriyle dolu tuvalete girip çıktım hemen. Bi yarım saat kadar sırt çantamın üzerinde kestirip 06:56'da hareken eden 161 sefer numaralı trene bindim. Şansıma bulunduğum vagonun çoğu Pegasus'un uçağında birlikte geldiğimiz çapkın Türk abilerle doluydu. Bir miktar sohbet muhabbet bir miktar uyuyarak filan öğlen 12 gibi Kiev tren garına geldim. İsmail ve kız arkadaşı (Natalya) karşıladılar beni. Taksiye atlayıp eve geldik. Dinlendim biraz etrafı öğrenmeye çalıştım.
Kiev'de benim kaldığım taraflarda evler bitişik düzen küçük birbirine yapışık dairelerden oluşuyordu. İsmail'in ev NAU'ya yürüme mesafesindeydi. Okulun civarında bir çok kız yurdu ve bir tane de üniversite öğrencilerinin takıldığı meşhur "Forsage" gece kulübü vardı. Kulübün kapısındaki iri yarı bodyguard abiler eğer içerisi kalabalıksa seni inceliyor tipini giyim tarzını beğenirlerse içeri alıyorlar istemezlerse bekletiyorlar. Bazı günler de 18 yaş kontrolü için pasaportlara bakıyorlardı. Neyse ki biz hiç bi gece kapıda kalmadık =) İçerisi 3 katlı. Girdikten sonra sağ tarafta merdivenler var aşağıya inen kırmızı halılı aynalı lüks bir yol var orası VIP bölümü genelde daha ağır abilerin takıldığı çok kalabalık olmayan öğrenci kısmına pek hitap etmeyen kısım görmemiş olmayalım diye bi girdik çıktık biz de. Giriş katta ortada bir bar duvar kenarlarında deri koltuklar ve masalar var arada kalan boş alanlarda da çılgınlar gibi dans eden insanlar. Üst katta da sağlam bir eğlence dönüyor çok daha büyük bir pist ve DJ sahnesi kenarda yine bir bar ve balkon gibi asma katı var. Orayı daha çok kavga eden veya sarhoş olduktan sonra yakınlaşan çiftler kullanıyor biraz daha karanlık ve kıyıda köşede kalıyor. İçkilerin fiyatı Türkiye'de bir gece kulübünde içeceklerinize göre oldukça uygun. Ben mojito filan içmiştim güzeldi tavsiye ederim =) Popülasyon yoğunluğu ülke genelinde olduğu gibi kulüplerde de kız ağırlıklı. Orada okumaya diye giden Türk, Azeri, İranlı... tipler olmasa tam bir kız cenneti olacak.
Abartmıyorum Kiev'de (Ukraynalılar Kyiv diyorlar) yolda yürüyen 10 kişiden 8i kız ve 6sı oldukça güzel. Benim gibi makine mühendisliği okuyan erkekler için güzel bir hava değişimi oluyor diyebilirim =)
Bir ara Türk öğrencilerle "Parimatch" diye maç oynanırken online bahis yapılabilen bir siteye sarmıştık. Kaldığımız yerin yakınlarında iddia kafe tarzı bir yer vardı. Bayramın ilk günü 6-7 Türk erkek gittik Çin'in bi takımla maçı var 1-0 önde ve dakika 80lerde. Herkes canlıdan o maça girmeye başladı. 80.dakikada daha yüksek olan Çin kazanır bahsinin oranı dakikalar ilerledikçe düşüyor bizim Türkler bahis oynamaya devam ediyordu o maça. 90+2 oynanıyor bir arkadaş 100dolara yakın bir para bastı Çin kazanır diye. Son saniyeler artık diye biz bi arkadaşı aradık internetten maçın kaçıncı dakikada olduğuna bitip bitmediğine baktırıyoruz. Telefondaki çocuk dedi ki maç bitti 1-0. Biz 7 Türk birbirimizin bayramını kutluyoruz tebrik ediyoruz hepimiz iddiadan para kazandık diye. İlk İsmail gitti kuponuyla birlikte kasaya kadın maç daha bitmedi 90+5 oynanıyor deyip geri gönderdi. Biraz daha bekledik İsmail tekrar gitti kadın maç 1-1 bitti 90+6'da Çin gol yedi dedi. Herkes önce şaka olduğunu zannetse de acı haber iddia kafenin ekranlarına yansıdı maç 1-1 bitmişti 90+6'da gol olmuştu. O gün 7 Türk arkadaş toplamda 300 dolara yakın bir para kazandırmıştık iddia kafeye. Neyse ki benim kaybettiğim miktar düşüktü. Sonra hepimiz 90+2'de 100 dolar basıp en çok para kaybeden arkadaşı teselli ederek evlere dağıldık.
Gelelim ünlü cadde Kırşatik'e (Khreshchatyk). Hem kaldırımları hem de yolları çok geniş olan Kiev'in en meşhur caddesi. Caddenin bir ucu şehrin en meşhur meydanına çıkıyor. Özellikle hafta sonları cadde araç trafiğine kapatılıyor ve tamamen yayalara ait oluyor. Cadde hem şehrin en iyi alışveriş bölgesi olması bakımından, hem de bir çok iyi restorana ve bara sahip olması bakımdan oldukça iyi. Caddenin her iki tarafında da yer alan tarihi binalar ise ayrıca görülmeye değer.
Pechersk Lavra - Caves Manastırı ve St. Michael's Cathedrale ise altın yaldızlı kubbeli mimarisiyle şehrin görülmesi gereken yerleri arasında. Bunlar gibi bir çok kilise, manastır ve katedral bulunmakta Kiev'de.
Maidan Nezalezhnosti (Independence Square) yani Nazaleznosti meydanı, Kiev'in merkezinde en tanınmış yeri. Sosyal yaşamın yoğun olarak aktığı merkez burası. Bilhassa hafta sonları çok daha kalabalık. Bazen meydanda TV için platform kurulup canlı yayında showlar yapılıyor. Ana cadde araç trafiğine kapatılıp yayalara açılıyor. Bu esnada dolaşıp gece yada gündüz fotoğraf çekimleri yapmak güzel ve kolay oluyor. Meydanda o an bulunduğunuz noktadan dünyanın önemli merkezlerine, başkentlere olan uzaklıklar yazıyor. Meydandaki uzun heykel ve arkasında görünen büyük birada yazan "Ukrayna" yazısı sanki hatıra fotoğrafı çektirmek için özel olarak ayarlanmış gibi. Bir de yeraltı çarşısı var burada bir kısmının üzeri camla kaplı meydanın tam altına inşa edilmiş alışveriş merkezi tadında bir çarşı. Mutlaka görülmeli.
İsmail ve Natalya ile gezerken yolda inanılmaz bir show gördük. Alevle dans eden 2 kişi birbirinden tehlikeli ve birbirinden güzel hareketler yaptı sokakta sonrasında da klasik şapkayla para toplama merasimi. O da değişik ve keyifli bir deneyim oldu.
Shevchenko Parkı da şehrin göbeğinde kısaca gezdiğim güzel bir parktı. Oraya da uğramanızı tavsiye ederim.
İçkileri, rus votkaları çok çeşitli, meşhur ve fiyatları bize göre oldukça ucuz. Kalaşnikof silah, pistol tabanca, araba... vs. gibi seramikten veya camdan yapılmış içinde votka olan çok ilginç tasarımlı içki şişeleri var. Absent (Absinthe) ise yeşil renkli, markasına göre %60-75 civarı alkol oranı olan yeşil renkli, Türkiye'de satışı yasak olan çok sert bir içki. 1 şişe alıp hala o günden beri açıp içmeye cesaret edemediğim yeşil yeşil muhtemelen salonumun vitrinini süsleyecek bir içki.
Bayram tatilini değerlendirdiğim bu 10 günlük harika tatilden genel olarak aktaracaklarım bunlar. Türkiye'ye göre daha geri kalmış bir ülke, genç kızları bahsedildiği kadar meşhur, çok sayıdalar ve güzeller ama yaşlı kadınları çok itici. Gece hayatı eğlenceli, ulaşım, yeme içme, yaşam Türkiye'ye göre daha ucuz. İngilizcenin pek bir geçerliliği olmayan güzel bir ülke. Ukrayna'ya gidilecekse Kiev ya da Odesa'ya gidilmeli. Odesa'ya ben henüz gidemedim ama Ukrayna'nın Antalya'sı olduğunu ve mutlaka yaz aylarında gidilmesi gerektiğini söylüyorlar Karadeniz kıyısında bir sahil kenti. Bu keyifli yolculuğumu yine Kiev'den Kharkiv'e trenle Kharkiv'den de İstanbul Sabiha Gökçen'e Pegasus'un uçağıyla yurda dönüşümü tamamladım.
Kişiler : Tek Başıma
Kaldığım Yer : Liseden sınıf arkadaşım İsmail Kaptan'ın evi
2010'un Kurban Bayramı tatili 9 gün sürecekti. Liseden sınıf arkadaşım İsmail de Ukrayna'nın Kiev kentinde NAU'da (National Aviation University) okuyordu. Yeşil pasaportumun nimetlerinden faydalanabilmek için yurt dışı gezileri kovalarken fırsat tam denk gelmişti o sıralar Pegasus Hava Yolları Ukrayna'nın Kharkiv şehrine sefer düzenlemeye yeni başlamıştı ve tanıtım amaçlı olarak bilet fiyatları oldukça uygundu. -İstanbul-Kiev uçak biletleri gidiş dönüş en uygun 700-800TL civarında iken ben İstanbul-Kharkiv biletimi gidiş dönüş 150TL'ye almıştım. Araştırmalarıma göre de Kharkiv-Kiev arası tren biletleri de 15-20 USD civarıydı.
Sabiha Gökçen'den atladım uçağa doğru Kharkiv. Sabaha karşı 4:30 civarında bir gürültüyle paldır küldür zemini çok kötü olan bir piste iniş yaptık. Pist zifiri karanlık, uçağı kenara bir yola garip bir yere park ettiler, polis inenleri kontrol edecekmiş. Gece yarısı göz gözü görmeyen karanlıkta tek tek uçaktan iniyor, pasaportumuzu polise gösterip 5-10 saniye elindeki fenerle elimizi yüzümüzü tipimizi incelemesine izin veriyor daha sonra da ön taraftan traktöre bağlı kapalı römork tarzı bir taşıta biniyorduk. Herkes indikten sonra traktör hareket etti taşlı topraklı delikli çukurlu yollardan geçerek hava limanı binasına geldik. Herkes ne amaçla geldiğini ne kadar süre kalacağını filan soran küçük beyaz bir kağıt doldurup pasaport kontrol sırasına girdi. Polisler çok sinirli ve gergin görünüyordu çoğu kişinin pasaportuna damgayı güçlükle vuruyor ve valizlerinin içini arıyordu. Dertleri rüşvetmiş sonradan anladım bizim akıllı işleyişi bilen Türkler pasaportun arasına 10 dolar sıkıştırarak uzatıyorlar ve sıkıntı olmadan giriş damgasını vurdurup geçiyorlardı. Ben de gergin bir şekilde bayan polis memuruna uzattım pasaportumu güler yüzle damgamı vurup geri verdi tam valizimi arayacaklarken polisin bir tanesi pasaportumun yeşil olduğunu fark edip arattırmadan geçirdi beni.
Hava limanının çıkışında bekleyen gözü açık taksiciler bizi tren garına götürmek için 200 grivna (Ukrayna parası) teklif ediyorlardı. Telefonuma Türkiye'deyken İsmail'in annesinden aldığım Ukrayna hattını (Life) taktım ve İsmail'le konuştuk bana telefonla taksi yollayacaklarını söylediler. Süper bir sistem Kiev'den telefonla arayıp kilometrelerce ötedeki Kharkiv hava limanından tren garına müşteri bırakmasını söylüyorsunuz taksi şirketi de sizi almaya gelecek aracın rengini plakasını ve fiyatın ne kadar tutacağını mesaj atıyor. O sırada benim gibi tren garına gidecek olan bir kaç Türk abiyle tanışıp sohbet ettik biraz ve birlikte aynı taksiye binip gidelim dedik. Taksinin fiyatı 50 grivna Türk abilerle bölüştük bana da 20 grivna vermek düştü. İlk iner inmez gördüğüm orada bekleyen taksici 200 grivna diyordu ben sadece 20 grivnaya tren garına gittim. Yol da oldukça uzundu, telefonla aranıp çağrılan taksilerin fiyatı gerçekten çok ucuz Türkiye'ye göre. Ben gittiğim zaman yaklaşık 4,5-5 Ukrayna grivnası 1 Türk lirasına eşitti. Yani taksiye 20 grivna ödedim demiştim ya 4 TL tuttu.
Saat 05:40 civarı Kharkiv tren istasyonuna geldim. Bütün yazılar kiril alfabesiyle yazılmış ve İngilizce hiç bir yönlendirme bulamadım. Polislere soruyorum İngilizce bilen yok, kasadaki kadın anlamıyorum diyor. Arkadaşım Rusça mesaj gönderdi hangi sefer sayılı saat kaçta kalkan trene bilet almak istediğimi yazan onu gösteriyorum onu da kabul etmiyor. Tam çıldıracaktım bilet alamadığım için ki o sırada takside birlikte geldiğimiz Türk abiyi gördüm daha önce 4-5 sene Ukrayna'da çalışmış Rusça biliyordu. Ondan rica ettim ve tren biletimi ona aldırttım. Tren garındaki iğrenç pis leş gibi kokan sağa sola kusulmuş boş içki şişeleriyle dolu tuvalete girip çıktım hemen. Bi yarım saat kadar sırt çantamın üzerinde kestirip 06:56'da hareken eden 161 sefer numaralı trene bindim. Şansıma bulunduğum vagonun çoğu Pegasus'un uçağında birlikte geldiğimiz çapkın Türk abilerle doluydu. Bir miktar sohbet muhabbet bir miktar uyuyarak filan öğlen 12 gibi Kiev tren garına geldim. İsmail ve kız arkadaşı (Natalya) karşıladılar beni. Taksiye atlayıp eve geldik. Dinlendim biraz etrafı öğrenmeye çalıştım.
Kiev'de benim kaldığım taraflarda evler bitişik düzen küçük birbirine yapışık dairelerden oluşuyordu. İsmail'in ev NAU'ya yürüme mesafesindeydi. Okulun civarında bir çok kız yurdu ve bir tane de üniversite öğrencilerinin takıldığı meşhur "Forsage" gece kulübü vardı. Kulübün kapısındaki iri yarı bodyguard abiler eğer içerisi kalabalıksa seni inceliyor tipini giyim tarzını beğenirlerse içeri alıyorlar istemezlerse bekletiyorlar. Bazı günler de 18 yaş kontrolü için pasaportlara bakıyorlardı. Neyse ki biz hiç bi gece kapıda kalmadık =) İçerisi 3 katlı. Girdikten sonra sağ tarafta merdivenler var aşağıya inen kırmızı halılı aynalı lüks bir yol var orası VIP bölümü genelde daha ağır abilerin takıldığı çok kalabalık olmayan öğrenci kısmına pek hitap etmeyen kısım görmemiş olmayalım diye bi girdik çıktık biz de. Giriş katta ortada bir bar duvar kenarlarında deri koltuklar ve masalar var arada kalan boş alanlarda da çılgınlar gibi dans eden insanlar. Üst katta da sağlam bir eğlence dönüyor çok daha büyük bir pist ve DJ sahnesi kenarda yine bir bar ve balkon gibi asma katı var. Orayı daha çok kavga eden veya sarhoş olduktan sonra yakınlaşan çiftler kullanıyor biraz daha karanlık ve kıyıda köşede kalıyor. İçkilerin fiyatı Türkiye'de bir gece kulübünde içeceklerinize göre oldukça uygun. Ben mojito filan içmiştim güzeldi tavsiye ederim =) Popülasyon yoğunluğu ülke genelinde olduğu gibi kulüplerde de kız ağırlıklı. Orada okumaya diye giden Türk, Azeri, İranlı... tipler olmasa tam bir kız cenneti olacak.
Abartmıyorum Kiev'de (Ukraynalılar Kyiv diyorlar) yolda yürüyen 10 kişiden 8i kız ve 6sı oldukça güzel. Benim gibi makine mühendisliği okuyan erkekler için güzel bir hava değişimi oluyor diyebilirim =)
Bir ara Türk öğrencilerle "Parimatch" diye maç oynanırken online bahis yapılabilen bir siteye sarmıştık. Kaldığımız yerin yakınlarında iddia kafe tarzı bir yer vardı. Bayramın ilk günü 6-7 Türk erkek gittik Çin'in bi takımla maçı var 1-0 önde ve dakika 80lerde. Herkes canlıdan o maça girmeye başladı. 80.dakikada daha yüksek olan Çin kazanır bahsinin oranı dakikalar ilerledikçe düşüyor bizim Türkler bahis oynamaya devam ediyordu o maça. 90+2 oynanıyor bir arkadaş 100dolara yakın bir para bastı Çin kazanır diye. Son saniyeler artık diye biz bi arkadaşı aradık internetten maçın kaçıncı dakikada olduğuna bitip bitmediğine baktırıyoruz. Telefondaki çocuk dedi ki maç bitti 1-0. Biz 7 Türk birbirimizin bayramını kutluyoruz tebrik ediyoruz hepimiz iddiadan para kazandık diye. İlk İsmail gitti kuponuyla birlikte kasaya kadın maç daha bitmedi 90+5 oynanıyor deyip geri gönderdi. Biraz daha bekledik İsmail tekrar gitti kadın maç 1-1 bitti 90+6'da Çin gol yedi dedi. Herkes önce şaka olduğunu zannetse de acı haber iddia kafenin ekranlarına yansıdı maç 1-1 bitmişti 90+6'da gol olmuştu. O gün 7 Türk arkadaş toplamda 300 dolara yakın bir para kazandırmıştık iddia kafeye. Neyse ki benim kaybettiğim miktar düşüktü. Sonra hepimiz 90+2'de 100 dolar basıp en çok para kaybeden arkadaşı teselli ederek evlere dağıldık.
Gelelim ünlü cadde Kırşatik'e (Khreshchatyk). Hem kaldırımları hem de yolları çok geniş olan Kiev'in en meşhur caddesi. Caddenin bir ucu şehrin en meşhur meydanına çıkıyor. Özellikle hafta sonları cadde araç trafiğine kapatılıyor ve tamamen yayalara ait oluyor. Cadde hem şehrin en iyi alışveriş bölgesi olması bakımından, hem de bir çok iyi restorana ve bara sahip olması bakımdan oldukça iyi. Caddenin her iki tarafında da yer alan tarihi binalar ise ayrıca görülmeye değer.
Pechersk Lavra - Caves Manastırı ve St. Michael's Cathedrale ise altın yaldızlı kubbeli mimarisiyle şehrin görülmesi gereken yerleri arasında. Bunlar gibi bir çok kilise, manastır ve katedral bulunmakta Kiev'de.
Maidan Nezalezhnosti (Independence Square) yani Nazaleznosti meydanı, Kiev'in merkezinde en tanınmış yeri. Sosyal yaşamın yoğun olarak aktığı merkez burası. Bilhassa hafta sonları çok daha kalabalık. Bazen meydanda TV için platform kurulup canlı yayında showlar yapılıyor. Ana cadde araç trafiğine kapatılıp yayalara açılıyor. Bu esnada dolaşıp gece yada gündüz fotoğraf çekimleri yapmak güzel ve kolay oluyor. Meydanda o an bulunduğunuz noktadan dünyanın önemli merkezlerine, başkentlere olan uzaklıklar yazıyor. Meydandaki uzun heykel ve arkasında görünen büyük birada yazan "Ukrayna" yazısı sanki hatıra fotoğrafı çektirmek için özel olarak ayarlanmış gibi. Bir de yeraltı çarşısı var burada bir kısmının üzeri camla kaplı meydanın tam altına inşa edilmiş alışveriş merkezi tadında bir çarşı. Mutlaka görülmeli.
İsmail ve Natalya ile gezerken yolda inanılmaz bir show gördük. Alevle dans eden 2 kişi birbirinden tehlikeli ve birbirinden güzel hareketler yaptı sokakta sonrasında da klasik şapkayla para toplama merasimi. O da değişik ve keyifli bir deneyim oldu.
Shevchenko Parkı da şehrin göbeğinde kısaca gezdiğim güzel bir parktı. Oraya da uğramanızı tavsiye ederim.
İçkileri, rus votkaları çok çeşitli, meşhur ve fiyatları bize göre oldukça ucuz. Kalaşnikof silah, pistol tabanca, araba... vs. gibi seramikten veya camdan yapılmış içinde votka olan çok ilginç tasarımlı içki şişeleri var. Absent (Absinthe) ise yeşil renkli, markasına göre %60-75 civarı alkol oranı olan yeşil renkli, Türkiye'de satışı yasak olan çok sert bir içki. 1 şişe alıp hala o günden beri açıp içmeye cesaret edemediğim yeşil yeşil muhtemelen salonumun vitrinini süsleyecek bir içki.
Bayram tatilini değerlendirdiğim bu 10 günlük harika tatilden genel olarak aktaracaklarım bunlar. Türkiye'ye göre daha geri kalmış bir ülke, genç kızları bahsedildiği kadar meşhur, çok sayıdalar ve güzeller ama yaşlı kadınları çok itici. Gece hayatı eğlenceli, ulaşım, yeme içme, yaşam Türkiye'ye göre daha ucuz. İngilizcenin pek bir geçerliliği olmayan güzel bir ülke. Ukrayna'ya gidilecekse Kiev ya da Odesa'ya gidilmeli. Odesa'ya ben henüz gidemedim ama Ukrayna'nın Antalya'sı olduğunu ve mutlaka yaz aylarında gidilmesi gerektiğini söylüyorlar Karadeniz kıyısında bir sahil kenti. Bu keyifli yolculuğumu yine Kiev'den Kharkiv'e trenle Kharkiv'den de İstanbul Sabiha Gökçen'e Pegasus'un uçağıyla yurda dönüşümü tamamladım.
24 Temmuz 2013 Çarşamba
90ların Mahalle Maçı Kuralları
-İyi oynayan iki kişinin aynı takımda yer almamasına dikkat edilirdi
-Maçlar minyatür kalede oynanıyorsa, penaltı boş kaleye ters şekilde topukla vurulurdu
-Maçtan önce kaleleri belirlemek için hayali kale direkleri arası adım ile sayılır, olmaları gereken yerler iki taş ile işaretlenirdi
-Hava kararınca, ezan okununca, anne-baba çağırınca maç biterdi
-Üç korner bir penaltıydı
-Topu patlatan parasını öder, patlak top ikiye kesilip kafaya takılırdı
-`Frikiklerde açıl biraz` denince `Burası Ali Sami Yen mi?` şeklinde cevap verilirdi
-Takımlar kurulurken ilk oyuncuyu seçme hakkı, adım almayı iyi bilenindi. Adım alma: Terimsel bir kavramdır. Açıklanması zordur. Sadece mahalle maçı yapmış olanlar bilir
-Kaleci topu 3 kere sektirirse rakibe `Açılsana 3 kere sektirdim` derdi, rakip açılırdı; efendilik vardı
-Top insanın pek münasip olmayan bir tarafına gelirse herkes `işe işe!` diye bağırırdı
-Penaltılarda kaleci değiştirilirse 2 penaltı atılırdı. Eğer ilk penaltı gol olursa ikincisi atılmazdı
-Abanma ve burun vurmak yoktu, vurulursa eleştirilip kınanırdı
-Tanju, Rıdvan, Metin, Ali, Feyyaz, Hagi, Hakan, Hami gibi dönemin popüler futbolcularının adı alınırdı
-Topun sahibi tüm kuralları koyar, takımı kurar, kaleyi seçer, istemediği kişileri topuyla oynatmazdı
-Klişe laflar vardı: `At bakayim abinin kıllı göğsüne!`
-Elin avantajı olmazdı
-Bel üstü gol sayılmazdı
-Taçtan kendi önüne atıp başlatılınca, taç değişirdi
-Maçı izleyen küçük bir grup varsa, penaltı olup olmadığına o karar verirdi, saygı vardı
-Maçlarda eğer iddia varsa ödüller genel olarak Algida Max, eskimo, meybuz, 2,5 litrelik kola vb. ürünlerden oluşurdu
-Pas vermeden sadece çalım atarak gol atılırsa sayılmazdı
-Frikiklerde baraj mesafesi, frikiği kullanacak olan kişinin koca bir zıplayışının akabinde 3 koca adım atmasıyla belirlenirdi… Büyük atılan adıma karşılık olarak rakip takım “sen tuvalete de mi böyle gidiyon?” diyerek ortalığı kızıştırırdı
-Top, oyun alanı içerisindeki herhangi bir arabanın altına kaçarsa büyük bir şevkle arabanın altına yatılıp top alınırdı. Topu ilk kim kaparsa o takımda başlardı
-Gol olduktan sonra eğer tartışmalar olursa ve golü yiyen takımın bir oyucusu golü kabullenirse rakip takım direk o kişiyi yüceltip “adamın gol diyo” diyerek golü alırlardı. Golü kabullenen kişi de kaleye veya defansa alınırdı
-Varsa hakeme yapılan en dolu dizgin hakaret: “hakeme gözlük, eline de sözlük” tü
-Oynayacakların sayısı eğer tek ise, güçsüzlerden biri devre değiştirerek gönlü alınırdı
-Penaltılarda eğer takımınız açık ara farkla öndeyse kaleciye vurdurulurdu. Ama en güçlü forvetiniz penaltıyı kullanacaksa, hemen rakip kalecinin gönlü alınırdı: “Merak etme olm, teknik vuracam.”
-Sabit bir kaleci yoksa 2 golde bir veya dakika usulü oyuncular aralarında değişirdi. Kalecilik sırası “Sonum bir Allah” diye kim başlarsa o kişiden geriye sayılırdı
-Dizde veya ayak ucunda top sektirerek de sıra belirlendiği olurdu (genellikle 9 aylık veya 21 aylık gibi oyunlarda). Bu durumlarda ilk sektirmek isteyen “Birim bir Allah, kırmızı bayrak, yeşil kitap” derdi
-Kaleci oyuncu kavramı vardı. Takımların genellikle iyi oyuncuları bu kutsal göreve kendilerini adarlardı
-Eğer bir oyuncu faule maruz kalmışsa ama devam etmek istiyorsa, rakip futbolculardan birinin yürümesini dahi bahane ederek: “Adamın devam ediyor.” derdi
-Milli birlik ve beraberliğimiz mahalle maçlarında başlamıştır. Önce maçlar yapılır… Centilmenlik skora yansımazsa sopalar, taşlar konuşurdu
-Atan alır... Spor vardı. Eğer top kime çarpıp çıkmışsa topun gittiği yer neresi olursa olsun koşa koşa gidip alınırdı
-Mahallenin abileri kaleci alıştırırlardı ve buna göre puan verirlerdi. Aralarında kavga eden çocukların puanı kesilirdi
-Skor ne olursa olsun akşam!? saati yaklaştığında “Golü atan kazanır.” kuralı işlerdi
-Maçlardan sonra su sırasına girmek ayrı bir davaydı ve mutlaka koşa koşa gidilirdi. Genellikle yaşlı amca veya teyzeler, zemin katta oturanlar bu işin acımasız kurbanlarıydı
-El kasti değilse o top direkt kaleye kullanılmaz, “kasti değilki oğlum, gol olmaz.” denirdi
-Eğer kaleci dahil herkes çalımlanmışsa; o top çizgiye kadar götürülür ya popo dürtmesi yada yere yatıp kafa, burun, alın gibi vucut kısımlarının dürtmesi ile gol atılırdı
-Kalecinin degajla gol atabilmesi bir yetenekti fakat yine de gol sayılmazdı.Karşılıklı atışmaların sonunda yoldan geçen herhangi biri hakem yapılırdı ve sonuca o karar verirdi
-Para o zamanlar kolay bulunmadığından maçın hangi takım tarafından başlatılacağına; bir tarafına tükürülmüş yassı bir taşın havaya atılıp, yaş mı,kuru mu seçiminde doğru tarafı bilen tarafın başlaması yöntemi ile karar verilirdi
-Kaleler taştan olduğu için atılan şut önce defansa çarpıp sonra taşın üstünden geçtiyse şutu atan takım gooll diye yaygara çıkarırdı.Rakip takımın gol değil kale üstü cevabına,gol yoksa korner o zaman ver topu diyerek racon kesilirdi
-Maçlar minyatür kalede oynanıyorsa, penaltı boş kaleye ters şekilde topukla vurulurdu
-Maçtan önce kaleleri belirlemek için hayali kale direkleri arası adım ile sayılır, olmaları gereken yerler iki taş ile işaretlenirdi
-Hava kararınca, ezan okununca, anne-baba çağırınca maç biterdi
-Üç korner bir penaltıydı
-Topu patlatan parasını öder, patlak top ikiye kesilip kafaya takılırdı
-`Frikiklerde açıl biraz` denince `Burası Ali Sami Yen mi?` şeklinde cevap verilirdi
-Takımlar kurulurken ilk oyuncuyu seçme hakkı, adım almayı iyi bilenindi. Adım alma: Terimsel bir kavramdır. Açıklanması zordur. Sadece mahalle maçı yapmış olanlar bilir
-Kaleci topu 3 kere sektirirse rakibe `Açılsana 3 kere sektirdim` derdi, rakip açılırdı; efendilik vardı
-Top insanın pek münasip olmayan bir tarafına gelirse herkes `işe işe!` diye bağırırdı
-Penaltılarda kaleci değiştirilirse 2 penaltı atılırdı. Eğer ilk penaltı gol olursa ikincisi atılmazdı
-Abanma ve burun vurmak yoktu, vurulursa eleştirilip kınanırdı
-Tanju, Rıdvan, Metin, Ali, Feyyaz, Hagi, Hakan, Hami gibi dönemin popüler futbolcularının adı alınırdı
-Topun sahibi tüm kuralları koyar, takımı kurar, kaleyi seçer, istemediği kişileri topuyla oynatmazdı
-Klişe laflar vardı: `At bakayim abinin kıllı göğsüne!`
-Elin avantajı olmazdı
-Bel üstü gol sayılmazdı
-Taçtan kendi önüne atıp başlatılınca, taç değişirdi
-Maçı izleyen küçük bir grup varsa, penaltı olup olmadığına o karar verirdi, saygı vardı
-Maçlarda eğer iddia varsa ödüller genel olarak Algida Max, eskimo, meybuz, 2,5 litrelik kola vb. ürünlerden oluşurdu
-Pas vermeden sadece çalım atarak gol atılırsa sayılmazdı
-Frikiklerde baraj mesafesi, frikiği kullanacak olan kişinin koca bir zıplayışının akabinde 3 koca adım atmasıyla belirlenirdi… Büyük atılan adıma karşılık olarak rakip takım “sen tuvalete de mi böyle gidiyon?” diyerek ortalığı kızıştırırdı
-Top, oyun alanı içerisindeki herhangi bir arabanın altına kaçarsa büyük bir şevkle arabanın altına yatılıp top alınırdı. Topu ilk kim kaparsa o takımda başlardı
-Gol olduktan sonra eğer tartışmalar olursa ve golü yiyen takımın bir oyucusu golü kabullenirse rakip takım direk o kişiyi yüceltip “adamın gol diyo” diyerek golü alırlardı. Golü kabullenen kişi de kaleye veya defansa alınırdı
-Varsa hakeme yapılan en dolu dizgin hakaret: “hakeme gözlük, eline de sözlük” tü
-Oynayacakların sayısı eğer tek ise, güçsüzlerden biri devre değiştirerek gönlü alınırdı
-Penaltılarda eğer takımınız açık ara farkla öndeyse kaleciye vurdurulurdu. Ama en güçlü forvetiniz penaltıyı kullanacaksa, hemen rakip kalecinin gönlü alınırdı: “Merak etme olm, teknik vuracam.”
-Sabit bir kaleci yoksa 2 golde bir veya dakika usulü oyuncular aralarında değişirdi. Kalecilik sırası “Sonum bir Allah” diye kim başlarsa o kişiden geriye sayılırdı
-Dizde veya ayak ucunda top sektirerek de sıra belirlendiği olurdu (genellikle 9 aylık veya 21 aylık gibi oyunlarda). Bu durumlarda ilk sektirmek isteyen “Birim bir Allah, kırmızı bayrak, yeşil kitap” derdi
-Kaleci oyuncu kavramı vardı. Takımların genellikle iyi oyuncuları bu kutsal göreve kendilerini adarlardı
-Eğer bir oyuncu faule maruz kalmışsa ama devam etmek istiyorsa, rakip futbolculardan birinin yürümesini dahi bahane ederek: “Adamın devam ediyor.” derdi
-Milli birlik ve beraberliğimiz mahalle maçlarında başlamıştır. Önce maçlar yapılır… Centilmenlik skora yansımazsa sopalar, taşlar konuşurdu
-Atan alır... Spor vardı. Eğer top kime çarpıp çıkmışsa topun gittiği yer neresi olursa olsun koşa koşa gidip alınırdı
-Mahallenin abileri kaleci alıştırırlardı ve buna göre puan verirlerdi. Aralarında kavga eden çocukların puanı kesilirdi
-Skor ne olursa olsun akşam!? saati yaklaştığında “Golü atan kazanır.” kuralı işlerdi
-Maçlardan sonra su sırasına girmek ayrı bir davaydı ve mutlaka koşa koşa gidilirdi. Genellikle yaşlı amca veya teyzeler, zemin katta oturanlar bu işin acımasız kurbanlarıydı
-El kasti değilse o top direkt kaleye kullanılmaz, “kasti değilki oğlum, gol olmaz.” denirdi
-Eğer kaleci dahil herkes çalımlanmışsa; o top çizgiye kadar götürülür ya popo dürtmesi yada yere yatıp kafa, burun, alın gibi vucut kısımlarının dürtmesi ile gol atılırdı
-Kalecinin degajla gol atabilmesi bir yetenekti fakat yine de gol sayılmazdı.Karşılıklı atışmaların sonunda yoldan geçen herhangi biri hakem yapılırdı ve sonuca o karar verirdi
-Para o zamanlar kolay bulunmadığından maçın hangi takım tarafından başlatılacağına; bir tarafına tükürülmüş yassı bir taşın havaya atılıp, yaş mı,kuru mu seçiminde doğru tarafı bilen tarafın başlaması yöntemi ile karar verilirdi
-Kaleler taştan olduğu için atılan şut önce defansa çarpıp sonra taşın üstünden geçtiyse şutu atan takım gooll diye yaygara çıkarırdı.Rakip takımın gol değil kale üstü cevabına,gol yoksa korner o zaman ver topu diyerek racon kesilirdi
Kızlarsivrisi Yaz Tırmanışı
Kızlarsivrisi Todosk Ulusal 18. Yaz Dağcılık Şenliği Faaliyet Raporu
Tarih: 25-26 Haziran 2011
Hava Durumu: Açık, Güneşli
Katılımcı: Sinan Şentürk, Can Dost Öztürk ve 250 kadar dağcı
Malzemeler: Kıytırık bot, polar battaniye takviyeli dandik tulum, çamaşır makinesinde yıkanmış Salewa çadır
Yer: Antalya - Elmalı - Kızlarsivrisi - 3070m
Yaz tatili nedeniyle geldiğim memleketim Antalya’da staja başlamadan önce 10-15 gün kadarcık olan tatilimi değerlendiriyordum ki bir de baktım Todosk 2-3 seferdir niyetlenip gidemediğim Kızlarsivrisi faaliyetini düzenliyor. Tüm dağcılık malzemelerim İstanbul’daki evimde olmasına rağmen hemen gittim Todosk’a yüz yüze görüştüm. Dönemin kulüp başkanı hanımefendi (Hatice Güçlü) bana uyku tulumu ve mat ayarlayabileceğini söyleyince iştahım iyice kabardı ve hemen gidilecek yer, tırmanış rotası ve organizasyon detayları hakkında bilgi aldım. Kulüpten Antalya’da olduklarını bildiğim Can Dost ve Elif’e mesaj atıp gelip gelemeyeceklerini sordum. Can Dost gelebileceğini söyledi ve ertesi gün gidip hem tulum ve matı aldım hem de ikimizin ismini yazdırıp kayıt yaptırdım.
Dedemler Elmalı’da yaşadığı için faaliyet haftası ailemle birlikte kendi aracımla cumartesi öğle saatlerinde (yaklaşık Todosk’un varışıyla aynı zamanlarda) Elmalı’daydım. Grupla gelen Can Dost’la buluşup ufak tefek eksiklerimizi giderip su aldık. Saat 15.30’da Elmalı’dan kamp alanına hareket ettik, yaklaşık 1 saat süren yolculuğun ardından otobüsümüzün makas kırması dışında bir sorun yaşamadan 1950m rakımlı Kızlarsivrisi’nin kuzey yamacının eteğine yakın bir yerlerde bulunan 2009-2010 yıllarında yapılmış Todosk Dağ Evi’ne vardık. Can Dost’un daha önceden tanıdığı ve eğitim aldığı 1. Zirve Çıkış Gurubu Rehberinin (Ahmet Şimşek) yakınlarına bir yere çadırımızı kurduk. Kirazlarımızı atıştırırken, kamp alanının ve dağın birkaç fotoğrafını çekme fırsatı bulup bir yandan da sazlı sözlü eğlenceye başlayan Todosklulara takıldık. Zirve dağcılıktan gelen bir gurup dağcı ile tanışıp fotoğraflarını çektim. Akşam yemeği dağıtıldı, yine müzik eşliğinde sebzeli türlü, şehriye pilavı, irmik helvası ve ayrandan oluşan karavanamızı yedik. Hava kararmadan küçük bir toplantı ve bilgilendirme yapıldı, yaklaşık 35-40ar kişilik 7-8 zirve çıkış gurubu ve her guruba 2şer rehber ayarlanmış. Gurupları genellikle illere göre bölmüşler (Burdur, İzmir, İstanbul, Antalya… vs). Saat 04.30 olan zirveye hareket saati dönüşte sıcağa kalmamak amacıyla 04.00 olarak değiştirildi. Kamp ateşi yakıldı ve etrafında yine sazlar, sözler, oynayanlar… Biz de ateşte sucuk ve marşmelov (yanlış yazmış olabilirim) yapmayı ihmal etmedik Can Dost sağ olsun. Saat 22.00’de kesin sessizlik sağlandı kamp alanında ve uyuduk.
Alarmlarımızı kurup pazar gece yarısı saat 03.15’te uyandık. Yarım saat içinde sırt çantalarımızı hazırlayıp toplanma alanında gurubumuzun yanına gittik. Kafa lambamız olmadığı için olanların önüne arkasına geçerek idare ettik. Planlandığı gibi saat tam 04.00’te 1. Zirve çıkış gurubu olarak en önde zirveye doğru hareket ettik. Biraz irtifa kazandıktan sonra eğimli bölgede dönüp arkama baktığımda manzara harikaydı yaklaşık 240-250 tane dağcı ip gibi düzenli bir sırayla, kafa lambalarıyla, güneşin henüz doğmadığı bu Akdeniz sabahında… Hafif tempo bir yürüyüşle 3er 4er dakikalık kısa molalarla irtifa kazanmaya devam ettik. Tabi bu kısa molalarda da gün doğumunu kadraja almayı ihmal etmedim ve gökyüzünün harika tonlarını bir arada görme fırsatımız oldu. Dağın kuzeyinden doğusuna doğru biraz dolanarak kuzeydoğu sırtından çıkışı gerçekleştirdik. Zorlu, çarşak bulunan, kayalık ve dik bir bölgede gurup kalabalık olduğu için yavaşlayıp yer yer beklemek zorunda kaldık ve zorlananları, çıkmak istemeyenleri geri gönderdiler. Saat 08.00’de son tepenin hemen altında bir yerlerde geride kalanları beklemek ve dinlenmek için yaklaşık 2780m rakımda 20dklık uzun bir mola verdik. Son tepeyi de aşıp yer yer kar bulunan (Haziran ayında Antalya’da bir dağda ne alaka dedirtti bana ama demek ki oluyormuş =)) zirveye saat 09.10’da ulaştım. Can Dost anatomik yapısından ötürü doğal olarak gerilerde kalmıştı ama 20-25dk sonra da olsa onu zirvede görmek beni mutlu etti. Kulüpteki usta çırak ilişkisine dayanan eğitim sistemiyle ilgili bir durum sanırım ben 2 yıllık Can Dost 1 yıllık Mudadoskluydu insan mutlu oluyor o cüsseyi 3060metreye taşıyabilen bir dağcılık sevdalısı görünce. Sanki karne günü 100lük öğrencisini gören bir hoca gibi =) (ortak alınmak yok umarım bu sözlere)
Bir kez daha dile getireyim kimileri kayada 9+,10- leri çıkmaktan zevk alır ona yönelir o alanda başarılı olur sporunu icra eder belki meslek bile edinebilir kimileriyse 2500-3000leri aşınca kendini iyi hisseder orada olmak ister yükseklerde ve ona yönelir… Ben ikinci türden olan dağcılardanım. Bana göre kaya tırmanışı çok eğlenceli bir dal ekipmanları, adrenalini, ipi, ekspressi, istasyonu vs. ama zorlu kaya rotalarını kastırmak değil hedefim. Yapay tırmanış duvarları da pek tat vermiyor bana açıkçası. Çıkabildiğim rotalara gireyim, yükseklik korkumla yüzleşeyim gerekirse 5- dereceli bir rotada titreyip kayaya yapışayım ama ara sıra partner buldukça hobi olarak gideyim. Asıl sevdam yükseklerde benim zirvelere çıkayım, yaz veya kış teknik çıkış gerektiren veya yürüyerek tırmanılabilen 1000m veya 5000m fark etmez herhangi bir ego tatminine de ihtiyacım yok sadece doğayı seviyorum dağda kendimi iyi hissediyorum, o tertemiz havayı içime çekiyorum ve yaptığım işten zevk alıyorum. Neyse faaliyet raporuna bunları sıkıştırmak boş laf kalabalığı olabilir değinmek istedim sadece.
Yaklaşık 1,5 saat zirvede sandviçlerimizi atıştırıp, zirve defterini imzalayıp fotoğraflar çekildikten sonra saat 10.30’da zirveden kamp alanına dönüş için hareket ettik. Dağın güney yamacından full çarşak bir bölgeden hızla irtifa kaybederek dağın batısına doğru ilerledik. Batısından da kuzeyine doğru yönelerek kamp alanına ulaştık, saat 12.30’du ben geldiğimde Can Dost da 13.00’te çadıra ulaştı. Keyifli, kalabalık ve şenlik havasında geçen bir faaliyeti geride bırakarak, Türkiye’nin batısının ve yaşadığımız şehir olan Antalya’nın en yüksek zirvesine çıkmış olmanın verdiği mutlulukla, eşyalarımızı ve çadırımızı toplayıp otobüslere bindik.
Faaliyet raporumu burada sonlandırırken kısaca faaliyete gittiğim ekipmanlarımdan bahsedeyim. Kafa lambası, yemek takımı, ocak, nefes alabilir kıyafetler, su geçirmez botlar, ödüllü sırt sistemli bel kısmı şişirilebilen dağcılık çantam =), mataram, uyku tulumum, matım, çakım, çakmağım zaten İstanbul’da; Dikdörtgen çanta şeklinde bir valizin içine annemin çamaşır makinesinde yıkayıp su geçirmez özelliğini mahvettiği babamın eski salewa çadırı (baba yadigarıdır yanlış olmasın), ödünç aldığım mat ve tulum (tulum dediğim incecik diktirilmiş dikdörtgen bir kumaş içine çıtçıtlarla polar battaniye tutturulmuş bişey), ve Deichmann dan bu tarz durumlar için Antalya’da bırakmak üzere aldığım 49TL lik dandik botum ve gururla taşıdığım mavi renkli 2011 yapımı Mudadosk tişörtümle saygılar… =)
Tarih: 25-26 Haziran 2011
Hava Durumu: Açık, Güneşli
Katılımcı: Sinan Şentürk, Can Dost Öztürk ve 250 kadar dağcı
Malzemeler: Kıytırık bot, polar battaniye takviyeli dandik tulum, çamaşır makinesinde yıkanmış Salewa çadır
Yer: Antalya - Elmalı - Kızlarsivrisi - 3070m
Yaz tatili nedeniyle geldiğim memleketim Antalya’da staja başlamadan önce 10-15 gün kadarcık olan tatilimi değerlendiriyordum ki bir de baktım Todosk 2-3 seferdir niyetlenip gidemediğim Kızlarsivrisi faaliyetini düzenliyor. Tüm dağcılık malzemelerim İstanbul’daki evimde olmasına rağmen hemen gittim Todosk’a yüz yüze görüştüm. Dönemin kulüp başkanı hanımefendi (Hatice Güçlü) bana uyku tulumu ve mat ayarlayabileceğini söyleyince iştahım iyice kabardı ve hemen gidilecek yer, tırmanış rotası ve organizasyon detayları hakkında bilgi aldım. Kulüpten Antalya’da olduklarını bildiğim Can Dost ve Elif’e mesaj atıp gelip gelemeyeceklerini sordum. Can Dost gelebileceğini söyledi ve ertesi gün gidip hem tulum ve matı aldım hem de ikimizin ismini yazdırıp kayıt yaptırdım.
Dedemler Elmalı’da yaşadığı için faaliyet haftası ailemle birlikte kendi aracımla cumartesi öğle saatlerinde (yaklaşık Todosk’un varışıyla aynı zamanlarda) Elmalı’daydım. Grupla gelen Can Dost’la buluşup ufak tefek eksiklerimizi giderip su aldık. Saat 15.30’da Elmalı’dan kamp alanına hareket ettik, yaklaşık 1 saat süren yolculuğun ardından otobüsümüzün makas kırması dışında bir sorun yaşamadan 1950m rakımlı Kızlarsivrisi’nin kuzey yamacının eteğine yakın bir yerlerde bulunan 2009-2010 yıllarında yapılmış Todosk Dağ Evi’ne vardık. Can Dost’un daha önceden tanıdığı ve eğitim aldığı 1. Zirve Çıkış Gurubu Rehberinin (Ahmet Şimşek) yakınlarına bir yere çadırımızı kurduk. Kirazlarımızı atıştırırken, kamp alanının ve dağın birkaç fotoğrafını çekme fırsatı bulup bir yandan da sazlı sözlü eğlenceye başlayan Todosklulara takıldık. Zirve dağcılıktan gelen bir gurup dağcı ile tanışıp fotoğraflarını çektim. Akşam yemeği dağıtıldı, yine müzik eşliğinde sebzeli türlü, şehriye pilavı, irmik helvası ve ayrandan oluşan karavanamızı yedik. Hava kararmadan küçük bir toplantı ve bilgilendirme yapıldı, yaklaşık 35-40ar kişilik 7-8 zirve çıkış gurubu ve her guruba 2şer rehber ayarlanmış. Gurupları genellikle illere göre bölmüşler (Burdur, İzmir, İstanbul, Antalya… vs). Saat 04.30 olan zirveye hareket saati dönüşte sıcağa kalmamak amacıyla 04.00 olarak değiştirildi. Kamp ateşi yakıldı ve etrafında yine sazlar, sözler, oynayanlar… Biz de ateşte sucuk ve marşmelov (yanlış yazmış olabilirim) yapmayı ihmal etmedik Can Dost sağ olsun. Saat 22.00’de kesin sessizlik sağlandı kamp alanında ve uyuduk.
Alarmlarımızı kurup pazar gece yarısı saat 03.15’te uyandık. Yarım saat içinde sırt çantalarımızı hazırlayıp toplanma alanında gurubumuzun yanına gittik. Kafa lambamız olmadığı için olanların önüne arkasına geçerek idare ettik. Planlandığı gibi saat tam 04.00’te 1. Zirve çıkış gurubu olarak en önde zirveye doğru hareket ettik. Biraz irtifa kazandıktan sonra eğimli bölgede dönüp arkama baktığımda manzara harikaydı yaklaşık 240-250 tane dağcı ip gibi düzenli bir sırayla, kafa lambalarıyla, güneşin henüz doğmadığı bu Akdeniz sabahında… Hafif tempo bir yürüyüşle 3er 4er dakikalık kısa molalarla irtifa kazanmaya devam ettik. Tabi bu kısa molalarda da gün doğumunu kadraja almayı ihmal etmedim ve gökyüzünün harika tonlarını bir arada görme fırsatımız oldu. Dağın kuzeyinden doğusuna doğru biraz dolanarak kuzeydoğu sırtından çıkışı gerçekleştirdik. Zorlu, çarşak bulunan, kayalık ve dik bir bölgede gurup kalabalık olduğu için yavaşlayıp yer yer beklemek zorunda kaldık ve zorlananları, çıkmak istemeyenleri geri gönderdiler. Saat 08.00’de son tepenin hemen altında bir yerlerde geride kalanları beklemek ve dinlenmek için yaklaşık 2780m rakımda 20dklık uzun bir mola verdik. Son tepeyi de aşıp yer yer kar bulunan (Haziran ayında Antalya’da bir dağda ne alaka dedirtti bana ama demek ki oluyormuş =)) zirveye saat 09.10’da ulaştım. Can Dost anatomik yapısından ötürü doğal olarak gerilerde kalmıştı ama 20-25dk sonra da olsa onu zirvede görmek beni mutlu etti. Kulüpteki usta çırak ilişkisine dayanan eğitim sistemiyle ilgili bir durum sanırım ben 2 yıllık Can Dost 1 yıllık Mudadoskluydu insan mutlu oluyor o cüsseyi 3060metreye taşıyabilen bir dağcılık sevdalısı görünce. Sanki karne günü 100lük öğrencisini gören bir hoca gibi =) (ortak alınmak yok umarım bu sözlere)
Bir kez daha dile getireyim kimileri kayada 9+,10- leri çıkmaktan zevk alır ona yönelir o alanda başarılı olur sporunu icra eder belki meslek bile edinebilir kimileriyse 2500-3000leri aşınca kendini iyi hisseder orada olmak ister yükseklerde ve ona yönelir… Ben ikinci türden olan dağcılardanım. Bana göre kaya tırmanışı çok eğlenceli bir dal ekipmanları, adrenalini, ipi, ekspressi, istasyonu vs. ama zorlu kaya rotalarını kastırmak değil hedefim. Yapay tırmanış duvarları da pek tat vermiyor bana açıkçası. Çıkabildiğim rotalara gireyim, yükseklik korkumla yüzleşeyim gerekirse 5- dereceli bir rotada titreyip kayaya yapışayım ama ara sıra partner buldukça hobi olarak gideyim. Asıl sevdam yükseklerde benim zirvelere çıkayım, yaz veya kış teknik çıkış gerektiren veya yürüyerek tırmanılabilen 1000m veya 5000m fark etmez herhangi bir ego tatminine de ihtiyacım yok sadece doğayı seviyorum dağda kendimi iyi hissediyorum, o tertemiz havayı içime çekiyorum ve yaptığım işten zevk alıyorum. Neyse faaliyet raporuna bunları sıkıştırmak boş laf kalabalığı olabilir değinmek istedim sadece.
Yaklaşık 1,5 saat zirvede sandviçlerimizi atıştırıp, zirve defterini imzalayıp fotoğraflar çekildikten sonra saat 10.30’da zirveden kamp alanına dönüş için hareket ettik. Dağın güney yamacından full çarşak bir bölgeden hızla irtifa kaybederek dağın batısına doğru ilerledik. Batısından da kuzeyine doğru yönelerek kamp alanına ulaştık, saat 12.30’du ben geldiğimde Can Dost da 13.00’te çadıra ulaştı. Keyifli, kalabalık ve şenlik havasında geçen bir faaliyeti geride bırakarak, Türkiye’nin batısının ve yaşadığımız şehir olan Antalya’nın en yüksek zirvesine çıkmış olmanın verdiği mutlulukla, eşyalarımızı ve çadırımızı toplayıp otobüslere bindik.
Faaliyet raporumu burada sonlandırırken kısaca faaliyete gittiğim ekipmanlarımdan bahsedeyim. Kafa lambası, yemek takımı, ocak, nefes alabilir kıyafetler, su geçirmez botlar, ödüllü sırt sistemli bel kısmı şişirilebilen dağcılık çantam =), mataram, uyku tulumum, matım, çakım, çakmağım zaten İstanbul’da; Dikdörtgen çanta şeklinde bir valizin içine annemin çamaşır makinesinde yıkayıp su geçirmez özelliğini mahvettiği babamın eski salewa çadırı (baba yadigarıdır yanlış olmasın), ödünç aldığım mat ve tulum (tulum dediğim incecik diktirilmiş dikdörtgen bir kumaş içine çıtçıtlarla polar battaniye tutturulmuş bişey), ve Deichmann dan bu tarz durumlar için Antalya’da bırakmak üzere aldığım 49TL lik dandik botum ve gururla taşıdığım mavi renkli 2011 yapımı Mudadosk tişörtümle saygılar… =)
Uludağ Küçük Zirve Solo Kış Tırmanışı
Uludağ faaliyet raporum. Bol bol fiyatlardan, ulaşım detaylarından ve saatlerden bahsetmemin sebebi daha sonra gidecek olanlara bir fikir vermesi içindir.
Tarih: 12-13 Mart 2011
Hava Durumu: Açık, Güneşli
Katılımcı: Sinan Şentürk
Malzemeler: 2 yürüyüş kazması, kar küreği, 2 kişilik bivak, 1 çift bağlamalı krampon
Yer: Bursa - Uludağ - Keşiştepe - 2486m
Hazırlıklarımı tamamlayıp 12 Mart gece saat 03.00 te uyuyup sabaha karşı 05.00’te kalktım. 05.25’te evden çıkıp yürüyerek 05.45 Haydarpaşa-Gebze banliyösüne Söğütlüçeşme’den bindim. Yaklaşık 45dk süren tren yolculuğunun ardından ilk sefer olan saat 07.00’de hareket eden Pendik-Yalova feribotuna bindim. Pendik’ten aldığım kahvaltılık 2-3 parçayı atıştırırken bir yandan da feribottaki araçları gözlemleyerek gözüme kayak takımı ve boş yeri olan yeşil bir jip kestirdim ve içinde oturan insanlardan rica ettim, nokta atışı yapmışım ki başarılı bir otostop hem de direk Uludağ’a kadar =) Sadece öğrenci akbili basarak ve feribota öğrenci tarifesinden 6 TL vererek Uludağ Oteller bölgesine saat 09.45 sularında ulaşmanın mutluluğu içinde jandarmaya bilgi verdim. Önce tek kişi olduğum için biraz sıkıntı çıkarsalar da telefon ve kimlik bilgilerimi bıraktıktan sonra 45 dk lık bir yürüyüşle bir tepe aşıp Volfram’a çıkan teleferiğe ulaştım. Fiyatı 10 TL gidiş-dönüş çalışma saatleri de 09.00-17.00 arası. 2 gün öncesine kadar yağan toz karın etkisiyle 30dk lık bir yürüyüşle kapısı sonuna kadar açık ve içi 20-25cm karla dolmuş olan su deposuna saat 11.30’da ulaştım. Çantamı dışarıda bırakıp kar küreğiyle içerideki odanın kendime yetecek kadar alanını temizleyip yerleştim. Havanın çok güzel ve saatin de daha erken olduğunu düşünüp küçük sırt çantama gerekli malzemeleri alıp saat 12.00’de zirve denemesine başlamak üzere su deposundan çıktım. Her adımda dizime kadar kara batmanın verdiği yorgunlukla soluklana soluklana 1,5 saatte dağın eteğine geldim, mola verip enerji verici bir şeyler atıştırdım ve biraz sıvı aldım. Daha sonra 45dk boyunca krampon takmadan fakat çift kazmayı kullanarak sert karlı yaklaşık 80 derece eğimli dağın yamacında yükseldim son 8-10 hamlede eğim 90 derecelere kadar çıktı. Önümde kocaman düzlük bir alan ve sağımda hafif bir rampanın tepesinde küçük zirvenin kulübesini görmemle gaza gelerek tam 14.30’da zirvedeydim. Benim dışımda 4ü İstanbul’dan 2si Bursa’dan gelen 6 dağcıyla 1 İsveçli kayakçı vardı. Onlar dağın diğer yamacından çıkmışlar. Açık havada net bir şekilde görünen büyük zirvenin tarifini ve yaklaşık ulaşma süresini öğrendikten sonra hızla karar verip o tarafa doğru ilerledim. 30 dakika aktif bir tempoyla yürüyüp ilk tepeye geldikten sonra uykusuzluk, yorgunluk, açlık, her adımda dize kadar batan toz karda iz açmanın etkisi, su deposuna dönüşün karanlığa kalacak olması ve tehlikeli balkon oluşumlarını gördükten sonra geri dönme kararı aldım. Küçük zirveden 30dk da yürüdüğüm mesafenin daha kısasını bataklık gibi olan toz karlı bir bölge ve sert esen rüzgarın etkisiyle ancak 45dk da alabildim. Saat tam 16.00’da tırmandığım dik yamacın tepesindeydim. Çok hızlı bir inişle yerin de sert kar olmasının yardımıyla 10dk içerisinde ciddi irtifa kaybettim. Su deposuyla dağ eteği arasındaki yoğun toz kar ve günün yorgunluğuyla 16.30 civarında su deposundaydım. Biraz soluklanıp dinlendikten sonra kar suyu eritip yemeğimi yedim. Hava daha kararmadan 17.45’te uyudum 21.45’te uyandım. İçlikle çıktığım için oldukça titremeli geçen ihtiyaç molamın ardından 22.00-01.30 arası uzanarak müzik dinledim ve tekrar uyudum. Gece su deposunun kapısının açık olması, odanın penceresini kar bloğuyla kapatmamam ve esen rüzgarın etkisiyle sanıyorum ki sıcaklık -19,-20 dereceler civarına düştü (termometreli saatime göre). Gözlerimi açtığımda güneş doğmuş ve saat 08.20 olmuştu. Vakit kaybetmeden dönüşe geçmek istediğim için çok az kahvaltı niyetine atıştırıp toparlanıp 09.30’da su deposundan çıktım 15-20dk sonra teleferikteydim, hava yine sıcak, güneşli ve oldukça açıktı. 10.00-10.45 arası yine teleferikten oteller bölgesine geçmek için aşmam gereken bir tepe ve ardından asfalt yolda biraz yürüyüşle geçti. Jandarmaya döndüğüme dair bilgi verdim ve Sarıalan’dan Bursa’ya inen bir teleferik olduğunu duyunca virajlı, buzlu, uzun süren ve midemi bulandıran Uludağ-Bursa arası yolu daha keyifli ve hızlı inebileceğimi öğrenince fiyatını öğrenip direk kararımı verdim. Meydandan kalkan Oteller-Sarıalan minibüsüne 11.15’te bindim. Yol 10-15dk civarında sürüyor ve fiyatı 3 TL. Teleferik 2 kısımdan oluşuyor harika bir manzara izleyerek iniyorsunuz bekleme aktarma süreleri dâhil 25dk civarında sürdü 1600-1650m rakımlı Sarıalan bölgesinden 374m rakımlı Bursa’ya indirmesi. Fiyatı 7,5 TL, yolculuğumun en keyifli anlarından biriydi diyebilirim. Teleferikten terminale belediye otobüsü var fakat ben 25-30dk lık bir belediye otobüsü yolculuğunun ardından Heykel diye geçen Bursa’nın şehir merkezine indim ve bu güzel faaliyetin üzerine olmazsa olmaz Bursa İskender’ini ilk çıktığı yerde şıra eşliğinde afiyetle höpürdettim =) Tabi düzgün bir lavabo, şehir medeniyeti görmüşken de ihtiyaçlarımı görüp elimi yüzümü yıkayıp kendime gelme fırsatım da oldu. Saat 13.25’te gelen 38 numaralı tıklım tıklım dolu terminal otobüsü yaklaşık yarım saatte terminale ulaştı. Şansımın yaver gittiği anlardan biri de 13.55’te terminalde olup 14.00’te kalkan ve 15.15 Pendik feribotuna yetişen Yalova otobüsünde kalan son 2 yerden birine bilet almam oldu. Hemen aceleyle ev arkadaşlarımı Bursa’nın meşhur kestane şekerinden mahrum etmemek için bir kıyak yapıp otobüse atladım. 1 saat süren Bursa-Yalova yolculuğundan sonra 15.15’te hareket eden feribota binip yine aynı şekilde Pendik-Söğütlüçeşme arası banliyö ve Söğütlüçeşme-Ev arası otobüs yaparak 17.30-17.45 civarında evimde olarak güzel bir faaliyeti geride bırakmanın mutluluğu ve tatlı yorgunluğuyla duş alıp dinlendim. Söylemeyi unuttuğum şey ise çılgınlar gibi güneş gözlüğü kısmı beyaz yüzümün geri kalanı domates kırmızısı gibi kar yanığı olmamdı.
Hava Durumu: Açık, Güneşli
Katılımcı: Sinan Şentürk
Malzemeler: 2 yürüyüş kazması, kar küreği, 2 kişilik bivak, 1 çift bağlamalı krampon
Yer: Bursa - Uludağ - Keşiştepe - 2486m
Hazırlıklarımı tamamlayıp 12 Mart gece saat 03.00 te uyuyup sabaha karşı 05.00’te kalktım. 05.25’te evden çıkıp yürüyerek 05.45 Haydarpaşa-Gebze banliyösüne Söğütlüçeşme’den bindim. Yaklaşık 45dk süren tren yolculuğunun ardından ilk sefer olan saat 07.00’de hareket eden Pendik-Yalova feribotuna bindim. Pendik’ten aldığım kahvaltılık 2-3 parçayı atıştırırken bir yandan da feribottaki araçları gözlemleyerek gözüme kayak takımı ve boş yeri olan yeşil bir jip kestirdim ve içinde oturan insanlardan rica ettim, nokta atışı yapmışım ki başarılı bir otostop hem de direk Uludağ’a kadar =) Sadece öğrenci akbili basarak ve feribota öğrenci tarifesinden 6 TL vererek Uludağ Oteller bölgesine saat 09.45 sularında ulaşmanın mutluluğu içinde jandarmaya bilgi verdim. Önce tek kişi olduğum için biraz sıkıntı çıkarsalar da telefon ve kimlik bilgilerimi bıraktıktan sonra 45 dk lık bir yürüyüşle bir tepe aşıp Volfram’a çıkan teleferiğe ulaştım. Fiyatı 10 TL gidiş-dönüş çalışma saatleri de 09.00-17.00 arası. 2 gün öncesine kadar yağan toz karın etkisiyle 30dk lık bir yürüyüşle kapısı sonuna kadar açık ve içi 20-25cm karla dolmuş olan su deposuna saat 11.30’da ulaştım. Çantamı dışarıda bırakıp kar küreğiyle içerideki odanın kendime yetecek kadar alanını temizleyip yerleştim. Havanın çok güzel ve saatin de daha erken olduğunu düşünüp küçük sırt çantama gerekli malzemeleri alıp saat 12.00’de zirve denemesine başlamak üzere su deposundan çıktım. Her adımda dizime kadar kara batmanın verdiği yorgunlukla soluklana soluklana 1,5 saatte dağın eteğine geldim, mola verip enerji verici bir şeyler atıştırdım ve biraz sıvı aldım. Daha sonra 45dk boyunca krampon takmadan fakat çift kazmayı kullanarak sert karlı yaklaşık 80 derece eğimli dağın yamacında yükseldim son 8-10 hamlede eğim 90 derecelere kadar çıktı. Önümde kocaman düzlük bir alan ve sağımda hafif bir rampanın tepesinde küçük zirvenin kulübesini görmemle gaza gelerek tam 14.30’da zirvedeydim. Benim dışımda 4ü İstanbul’dan 2si Bursa’dan gelen 6 dağcıyla 1 İsveçli kayakçı vardı. Onlar dağın diğer yamacından çıkmışlar. Açık havada net bir şekilde görünen büyük zirvenin tarifini ve yaklaşık ulaşma süresini öğrendikten sonra hızla karar verip o tarafa doğru ilerledim. 30 dakika aktif bir tempoyla yürüyüp ilk tepeye geldikten sonra uykusuzluk, yorgunluk, açlık, her adımda dize kadar batan toz karda iz açmanın etkisi, su deposuna dönüşün karanlığa kalacak olması ve tehlikeli balkon oluşumlarını gördükten sonra geri dönme kararı aldım. Küçük zirveden 30dk da yürüdüğüm mesafenin daha kısasını bataklık gibi olan toz karlı bir bölge ve sert esen rüzgarın etkisiyle ancak 45dk da alabildim. Saat tam 16.00’da tırmandığım dik yamacın tepesindeydim. Çok hızlı bir inişle yerin de sert kar olmasının yardımıyla 10dk içerisinde ciddi irtifa kaybettim. Su deposuyla dağ eteği arasındaki yoğun toz kar ve günün yorgunluğuyla 16.30 civarında su deposundaydım. Biraz soluklanıp dinlendikten sonra kar suyu eritip yemeğimi yedim. Hava daha kararmadan 17.45’te uyudum 21.45’te uyandım. İçlikle çıktığım için oldukça titremeli geçen ihtiyaç molamın ardından 22.00-01.30 arası uzanarak müzik dinledim ve tekrar uyudum. Gece su deposunun kapısının açık olması, odanın penceresini kar bloğuyla kapatmamam ve esen rüzgarın etkisiyle sanıyorum ki sıcaklık -19,-20 dereceler civarına düştü (termometreli saatime göre). Gözlerimi açtığımda güneş doğmuş ve saat 08.20 olmuştu. Vakit kaybetmeden dönüşe geçmek istediğim için çok az kahvaltı niyetine atıştırıp toparlanıp 09.30’da su deposundan çıktım 15-20dk sonra teleferikteydim, hava yine sıcak, güneşli ve oldukça açıktı. 10.00-10.45 arası yine teleferikten oteller bölgesine geçmek için aşmam gereken bir tepe ve ardından asfalt yolda biraz yürüyüşle geçti. Jandarmaya döndüğüme dair bilgi verdim ve Sarıalan’dan Bursa’ya inen bir teleferik olduğunu duyunca virajlı, buzlu, uzun süren ve midemi bulandıran Uludağ-Bursa arası yolu daha keyifli ve hızlı inebileceğimi öğrenince fiyatını öğrenip direk kararımı verdim. Meydandan kalkan Oteller-Sarıalan minibüsüne 11.15’te bindim. Yol 10-15dk civarında sürüyor ve fiyatı 3 TL. Teleferik 2 kısımdan oluşuyor harika bir manzara izleyerek iniyorsunuz bekleme aktarma süreleri dâhil 25dk civarında sürdü 1600-1650m rakımlı Sarıalan bölgesinden 374m rakımlı Bursa’ya indirmesi. Fiyatı 7,5 TL, yolculuğumun en keyifli anlarından biriydi diyebilirim. Teleferikten terminale belediye otobüsü var fakat ben 25-30dk lık bir belediye otobüsü yolculuğunun ardından Heykel diye geçen Bursa’nın şehir merkezine indim ve bu güzel faaliyetin üzerine olmazsa olmaz Bursa İskender’ini ilk çıktığı yerde şıra eşliğinde afiyetle höpürdettim =) Tabi düzgün bir lavabo, şehir medeniyeti görmüşken de ihtiyaçlarımı görüp elimi yüzümü yıkayıp kendime gelme fırsatım da oldu. Saat 13.25’te gelen 38 numaralı tıklım tıklım dolu terminal otobüsü yaklaşık yarım saatte terminale ulaştı. Şansımın yaver gittiği anlardan biri de 13.55’te terminalde olup 14.00’te kalkan ve 15.15 Pendik feribotuna yetişen Yalova otobüsünde kalan son 2 yerden birine bilet almam oldu. Hemen aceleyle ev arkadaşlarımı Bursa’nın meşhur kestane şekerinden mahrum etmemek için bir kıyak yapıp otobüse atladım. 1 saat süren Bursa-Yalova yolculuğundan sonra 15.15’te hareket eden feribota binip yine aynı şekilde Pendik-Söğütlüçeşme arası banliyö ve Söğütlüçeşme-Ev arası otobüs yaparak 17.30-17.45 civarında evimde olarak güzel bir faaliyeti geride bırakmanın mutluluğu ve tatlı yorgunluğuyla duş alıp dinlendim. Söylemeyi unuttuğum şey ise çılgınlar gibi güneş gözlüğü kısmı beyaz yüzümün geri kalanı domates kırmızısı gibi kar yanığı olmamdı.
Teoride fazla zor değil gibi görünen bir faaliyet olsa da tek başına birkaç gün önce yoğun kar yağışı olmuş ıssız bir dağda yükle ilerlemek, gece zifiri karanlık su deposunda tek kalmak, herhangi bir risk anında yalnız olduğunu düşünmek, kazmalı tırmanış esnasında yükseklik korkumun boy göstermesi gibi faktörler yüzünden mental olarak da fiziksel olarak da oldukça zorlaşıyor pratikte. Kimseye tavsiye etmem ama değişik tecrübeler edindim kendi adıma pişman değilim.
Sağlıcakla kalın...
Pilotluk Sevdası & Vecihi Hürkuş
Nereden bulaştığı, nasıl başladığı, kime özendiğimle ilgili hiç bir fikrim yok. İlkokuldayken büyüyünce ne olacaksın dediklerinde vali olacağım derdim daha sonraları kaymakam olmadan vali olunamadığını vali olabilmek için kamu yönetimi, siyasal bilgiler tarzında hiç hoşlaşmadığım sözel bölümler okumam gerektiğini öğrendikçe lise 2. sınıfta da beynimin daha yatkın olduğu sayısal bölüm seçince o işten soğudum. Uçaklara binip seyahat ettikçe de içimde bir pilotluk sevdasının oluştuğunu fark ettim.
Bununla ilgili ilk somut adımları uçuşlarda kabin amirinden rica edip kokpite girerek pilotlara sorular sorup sohbetler ederek attım. Daha sonra 11 Eylül olayı oldu ikiz kulelere saldırıldı ve uluslararası bir anlaşmayla kokpite kesinlikle yolcu alınmamasına karar vermişler. Ama ben ısrarcı tavrımı sürdürerek her seferinde rica ettim pilot olmak istediğimden kokpiti görmek istediğimden filan bahsederek bir şekilde kabin amirlerini tavladım ve genellikle uçak inip park pozisyonu aldıktan sonra içeri girmeme izin verdiler. Çok nadiren yasak denilip tamamen reddedildiğim de oldu.
Üniversite başvuruları zamanı hava harp okuluna başvurdum ve mülakatlara İstanbul'a çağrıldım. Fakat internetten araştırıp babası askeri kökenli olan arkadaşlarıma sordukça en ufak bir göz bozukluğunda elediklerini ve genellikle askeriyeden torpil gerektiğini duydukça boşuna geçemeyeceğim bir mülakata gidip kendimi heveslendirmek istemedim. Çünkü göz numaram -1.25 civarlarındaydı.
Sonra üniversite sonuçları açıklandı Marmara Üniversitesi Makine Mühendisliği (İngilizce). 7.sırada olan tercihime okul birinciliği kontenjanından 51. sırada girmiştim. İstanbul'da Türkiye'nin iyi üniversitelerinden birinde en temel mühendislik bölümünü kazanmanın mutluluğuyla gidip kaydımı yaptırdım. İlk sene aileden ayrılık zor geliyor yurt hayatı da biraz zor tabi sürekli Antalya-İstanbul arası gidip geliyorum. Uçak biletleri otobüsten daha ucuz ve 1,5 saat yolculuk etmek var 12 saat var. Her seferinde yine pilotlarla konuşma ve kokpite girme konusunda ısrarcıyım bu seyahatlerimde.
Bir gün Pegasus'ta orta yaşlı erkek bir kabin amiri çekti beni kenara bildiklerini paylaştı. Bir çok pilot arkadaşı varmış. Sektörün gelişmesinden Türkiye'deki hava yolu şirketlerinin sayısının artmasından ve mevcut şirketlerin filolarını genişlettiklerinden dolayı Türk pilot ihtiyacının olduğundan bahsetti. Pegasusun bazı pilotlarının yabancı olduğunu onların yerine türk pilotlarını çalıştırmak istediğini, THY'nin genelde emekli savaş pilotlarını işe aldığını veya kendi pilotlarını kendi bünyesinde yetiştirdiğini anlattı. Sivil havacılık yoluyla pilot olabileceğimi ve Türkiye'de en tanınmış iyi eğitim veren yerin Ayjet olduğunu, yardımcı pilot ve pilotların ortalama maaşlarını filan söyledi. Önemli ölçüde aydınlanma yaşadığım bu sohbet sonrasında Flight Simulator Deluxe X isimli Microsoft'un orijinalleriyle birebir olan simulasyon programını aldım ve laptopuma kurdum. Çoğu pilot okulu da bu simulasyonda eğitim veriyormuş.
İlk başlarda oldukça zorlandım fakat sonradan baya öğrenmeye başladım. Görevleri tamamladım, iniş-kalkış, telsiz konuşmaları, otomatik pilot, GPS kullanımı, park pozisyonu, taxi... gibi bir çok şeyi öğrendim. Öğrendim derken profesyonel olarak değil ama önemli ölçüde kavradım.
Yine bir gün Antalya'dan dönüyorum. Sabiha Gökçen'de indim Kadıköy'e gitmek için E-10'a bindim. Yanıma genç bir abi oturdu. Üzerinde Ayjet logolu bir ceket ve pilot olduğunu hissettirir bir havası vardı. Bir şekilde girdim muhabbete durumumu anlattım. Okuduğum bölümden pilot olmak istediğimden filan bahsettim. Sağolsun yol boyu 45-50dk anlattı hatta sonradan sormak istediğim bir şey veya yardıma ihtiyacım olursa diye mail adresini vermişti ama kaybettim maalesef.
Mahallenin arka caddelerinde gezerken tamirci ikinci el bilgisayar parçaları filan satan bir dükkanda throttle joysticki buldum ve pazarlıkla uygun fiyata ikinci el bir joystick aldım Flight Simulator için. Daha sonra makine mühendisliğinden mezun olduktan sonra pilot olmanın daha rahat ve kolay olduğunu öğrenince bir hevesle Saitek marka simülasyon panelleri satın aldım. Biriktirdiğim harçlığımdan ciddi rakamlar ayırarak veya taksitle rudder pedal, switch panel, radio panel ve multi panel alarak öğrenci evime minik bir uçuş simülasyon paketi kurdum. Ama o sıralar yoğun geçen derslerim ve sınavlarım yüzünden sadece 1-2 kez kullanıp geri kalan zamanda kutusunda sakladığım için satmaya karar verdim. O dönemler Saitek firmasının Türkiye'den çekilmesiyle birlikte elimdeki tüm panelleri hemen hemen aldığım fiyata sahibinden.com da satarak yatırmış olduğum parayı geri çıkardım neyse ki.
Yazımın sonlarına yaklaşırken benim bu sevdamı bilip minik bir uçak maketi hediye eden arkadaşıma teşekkürü bir borç bilirim. Bir de kendimin Beşiktaş pazarındaki antikacı bit pazarı gibi bir tezgahı olan abiden aldığım minik uçak rozeti var. Bana şans getirdiğine inanıyorum ve genellikle gömlek giydiğim zamanlar takıyorum. Bu sevda uğruna bir keresinde de İstanbul'dan kalkıp trenle hafta sonu 2 gün süren Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Hezarfen Havacılık Kulübünün düzenlediği TAI, TEI, Aselsan, Alp Havacılık gibi firmalardan konuşmacıların sunum yaptığı seminerlere katıldım ve onların sayesinde Vecihi Hürkuş'u öğrendim. Türk havacılık tarihinde çok önemli bir kişi araştırıp okumanızı şiddetle tavsiye ederim.
Annem pilotların düzenli bir aile yaşantısı olmadığından bir orada bir burada uçup durduklarından ve ailelerine yeteri kadar zaman ayıramadıklarından dolayı beni soğutmaya çalıştı baya. İşin maddi boyutu da oldukça yüksek rakamlara ulaşıyor eğitim masrafları 90.000€ civarında.
Bir o şehirde bir bu ülkede gezmeye bayılsam da önceliklerime bakınca düzenli ve huzurlu bir aile yaşantısının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Uç uç nereye kadar evde hanım, çoluk çocuk bekler =P İçimdeki sevda tükenmedi ama eskisi kadar kafama takmış durumda da değilim. Mühendislikteki iş hayatı ve önümüzdeki yıllardaki bakış açıma göre tekrar ciddi olarak gündemime getirebilirim. Şimdilik kader kısmet diyelim.
Bununla ilgili ilk somut adımları uçuşlarda kabin amirinden rica edip kokpite girerek pilotlara sorular sorup sohbetler ederek attım. Daha sonra 11 Eylül olayı oldu ikiz kulelere saldırıldı ve uluslararası bir anlaşmayla kokpite kesinlikle yolcu alınmamasına karar vermişler. Ama ben ısrarcı tavrımı sürdürerek her seferinde rica ettim pilot olmak istediğimden kokpiti görmek istediğimden filan bahsederek bir şekilde kabin amirlerini tavladım ve genellikle uçak inip park pozisyonu aldıktan sonra içeri girmeme izin verdiler. Çok nadiren yasak denilip tamamen reddedildiğim de oldu.
Üniversite başvuruları zamanı hava harp okuluna başvurdum ve mülakatlara İstanbul'a çağrıldım. Fakat internetten araştırıp babası askeri kökenli olan arkadaşlarıma sordukça en ufak bir göz bozukluğunda elediklerini ve genellikle askeriyeden torpil gerektiğini duydukça boşuna geçemeyeceğim bir mülakata gidip kendimi heveslendirmek istemedim. Çünkü göz numaram -1.25 civarlarındaydı.
Sonra üniversite sonuçları açıklandı Marmara Üniversitesi Makine Mühendisliği (İngilizce). 7.sırada olan tercihime okul birinciliği kontenjanından 51. sırada girmiştim. İstanbul'da Türkiye'nin iyi üniversitelerinden birinde en temel mühendislik bölümünü kazanmanın mutluluğuyla gidip kaydımı yaptırdım. İlk sene aileden ayrılık zor geliyor yurt hayatı da biraz zor tabi sürekli Antalya-İstanbul arası gidip geliyorum. Uçak biletleri otobüsten daha ucuz ve 1,5 saat yolculuk etmek var 12 saat var. Her seferinde yine pilotlarla konuşma ve kokpite girme konusunda ısrarcıyım bu seyahatlerimde.
Bir gün Pegasus'ta orta yaşlı erkek bir kabin amiri çekti beni kenara bildiklerini paylaştı. Bir çok pilot arkadaşı varmış. Sektörün gelişmesinden Türkiye'deki hava yolu şirketlerinin sayısının artmasından ve mevcut şirketlerin filolarını genişlettiklerinden dolayı Türk pilot ihtiyacının olduğundan bahsetti. Pegasusun bazı pilotlarının yabancı olduğunu onların yerine türk pilotlarını çalıştırmak istediğini, THY'nin genelde emekli savaş pilotlarını işe aldığını veya kendi pilotlarını kendi bünyesinde yetiştirdiğini anlattı. Sivil havacılık yoluyla pilot olabileceğimi ve Türkiye'de en tanınmış iyi eğitim veren yerin Ayjet olduğunu, yardımcı pilot ve pilotların ortalama maaşlarını filan söyledi. Önemli ölçüde aydınlanma yaşadığım bu sohbet sonrasında Flight Simulator Deluxe X isimli Microsoft'un orijinalleriyle birebir olan simulasyon programını aldım ve laptopuma kurdum. Çoğu pilot okulu da bu simulasyonda eğitim veriyormuş.
İlk başlarda oldukça zorlandım fakat sonradan baya öğrenmeye başladım. Görevleri tamamladım, iniş-kalkış, telsiz konuşmaları, otomatik pilot, GPS kullanımı, park pozisyonu, taxi... gibi bir çok şeyi öğrendim. Öğrendim derken profesyonel olarak değil ama önemli ölçüde kavradım.
Yine bir gün Antalya'dan dönüyorum. Sabiha Gökçen'de indim Kadıköy'e gitmek için E-10'a bindim. Yanıma genç bir abi oturdu. Üzerinde Ayjet logolu bir ceket ve pilot olduğunu hissettirir bir havası vardı. Bir şekilde girdim muhabbete durumumu anlattım. Okuduğum bölümden pilot olmak istediğimden filan bahsettim. Sağolsun yol boyu 45-50dk anlattı hatta sonradan sormak istediğim bir şey veya yardıma ihtiyacım olursa diye mail adresini vermişti ama kaybettim maalesef.
Mahallenin arka caddelerinde gezerken tamirci ikinci el bilgisayar parçaları filan satan bir dükkanda throttle joysticki buldum ve pazarlıkla uygun fiyata ikinci el bir joystick aldım Flight Simulator için. Daha sonra makine mühendisliğinden mezun olduktan sonra pilot olmanın daha rahat ve kolay olduğunu öğrenince bir hevesle Saitek marka simülasyon panelleri satın aldım. Biriktirdiğim harçlığımdan ciddi rakamlar ayırarak veya taksitle rudder pedal, switch panel, radio panel ve multi panel alarak öğrenci evime minik bir uçuş simülasyon paketi kurdum. Ama o sıralar yoğun geçen derslerim ve sınavlarım yüzünden sadece 1-2 kez kullanıp geri kalan zamanda kutusunda sakladığım için satmaya karar verdim. O dönemler Saitek firmasının Türkiye'den çekilmesiyle birlikte elimdeki tüm panelleri hemen hemen aldığım fiyata sahibinden.com da satarak yatırmış olduğum parayı geri çıkardım neyse ki.
Yazımın sonlarına yaklaşırken benim bu sevdamı bilip minik bir uçak maketi hediye eden arkadaşıma teşekkürü bir borç bilirim. Bir de kendimin Beşiktaş pazarındaki antikacı bit pazarı gibi bir tezgahı olan abiden aldığım minik uçak rozeti var. Bana şans getirdiğine inanıyorum ve genellikle gömlek giydiğim zamanlar takıyorum. Bu sevda uğruna bir keresinde de İstanbul'dan kalkıp trenle hafta sonu 2 gün süren Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Hezarfen Havacılık Kulübünün düzenlediği TAI, TEI, Aselsan, Alp Havacılık gibi firmalardan konuşmacıların sunum yaptığı seminerlere katıldım ve onların sayesinde Vecihi Hürkuş'u öğrendim. Türk havacılık tarihinde çok önemli bir kişi araştırıp okumanızı şiddetle tavsiye ederim.
Annem pilotların düzenli bir aile yaşantısı olmadığından bir orada bir burada uçup durduklarından ve ailelerine yeteri kadar zaman ayıramadıklarından dolayı beni soğutmaya çalıştı baya. İşin maddi boyutu da oldukça yüksek rakamlara ulaşıyor eğitim masrafları 90.000€ civarında.
Bir o şehirde bir bu ülkede gezmeye bayılsam da önceliklerime bakınca düzenli ve huzurlu bir aile yaşantısının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Uç uç nereye kadar evde hanım, çoluk çocuk bekler =P İçimdeki sevda tükenmedi ama eskisi kadar kafama takmış durumda da değilim. Mühendislikteki iş hayatı ve önümüzdeki yıllardaki bakış açıma göre tekrar ciddi olarak gündemime getirebilirim. Şimdilik kader kısmet diyelim.
Yavru Vatan Kıbrıs
Gezdiğim Tarih: 18-22 Mart 2011
Kişiler: Tek Başıma
Üniversitede 2. sınıfın bahar dönemindeyiz henüz daha vizeler başlamamış. İnternette gezinirken Pegasus'un sitesinde Sabiha Gökçen-Ercan 39TL gibi bir fırsat gördüm. Nerede kalırım ne yaparım diye pek düşünmeden gidiş dönüş uçak biletimi aldım. Cuma günleri dersim yoktu pazartesiyi de ekeyim dedim çünkü kampanyalı en ucuz biletler o tarihlerde vardı. Giderken 04:30 dönerken de 06:40'ta kalkan uçağa bindim neyse ki İstanbul'da E-10 veya Havataş, Kıbrısta da Kibhaş'ın o saatlerde servisleri varmış (http://kibhas.org/).
ODTÜ Kıbrıs kampüsünde okuyan iki arkadaşım sayesinde uygun fiyatlı güzel bir hostel buldum. İsmi Cyprus Dorms (http://cyprusdorms.com/) gecelik 7euroya duşakabinli, sıcak sulu ve klimalı 2kişilik odalarda konaklamanın değerini ancak öğrenciyken cebinizdeki paraları denkleştirip bir yerlere gezmeye gittiğiniz zaman anlayabilirsiniz. İngiliz yaklaşık 35li yaşlarda bir abiyle aynı odayı paylaşmamın konuşarak dilimi geliştirmeye oldukça yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Adı üstünde dorms olduğu için tanımadığınız muhtemelen yabancı turistlerle odanızı paylaşıyorsunuz fakat parası çok olanlar veya rahatına düşkün olanlar için gecelik 20-25euro civarına private odalar da mevcut. Hostel eski Girne limanının oralarda ve her yere yürüyerek gitmek mümkün.
Sabahın erken saatlerinde önce Ercan havalimanından Lefkoşe'ye oradan da Girne'ye geçerken ilk dikkatimi çeken otobüslerin direksiyonlarının sağ tarafta olmasıydı. O kadar ilginç geldi ki biz araç geçmek için sollama yaparken onlar sağlama yapıyorlar.
Rezervasyonu internetten hostelin sahibine mail atarak yaptırmıştım sahibi Türk asıllı İngiltere'de yaşayan bir abi ve elimde hiç adres kroki filan yoktu. Tek bildiğim şey limanın oralarda bir yerlerde olduğu. Neyse Girne'ye gelince önce farkında olmadan bir baştan bir başa yürümüşüm şehri. Öğretmen evinin yerini ve fiyatlarını öğrendim, başka alternatif olabilecek kalınabilecek uygun fiyatlı motel,hotel,hostel ve benzeri yerleri keşfettim. Annem öğretmen olduğu için avantajlı konaklama imkanları sağlayabiliyor bazı öğretmen evleri eğer personel yakını kimlik kartınız varsa. Sırtımda sırt çantam hemen hemen tüm Girne'yi yürüdükten sonra limanı bulabilmek için deniz kenarına indim güzel minik bir meydan hemen yanında 5yıldızlı bir otel karşısında ise orduevi ve yemek yiyip bir şeyler içebileceğiniz hoş kafeler var. Sonra kıyıdan kıyıdan ilerleyerek limanı buldum. O ana kadar kimseye yer yön yol sormadan geldim. GPS gibi bir özelliğim de vardır gittiğim yerlerde kolay kolay kaybolmam yönlerimi çok iyi tayin ederim ve bir gittiğim yolu genellikle beynimdeki haritama kaydeder bir dahaki seferlerde rahatça bulabilirim. Limanda başladım sorup soruşturmaya nerededir bu Cyprus Dorms diye kimse bilmiyor. Sonra ara sokaklarda gezinirken bir internet kafe bulup girdim kendi internet sitelerinden adresi aldım ve internet kafeyi işleten bayana sokağın nerede olduğunu tarif ettirip kalacağım yere ulaştım. Kimse yoktu bir telefon numarası bırakılmıştı onu aradım ve zenci çok anlaşılır net bir ingilizcesi olan çat pat türkçe de konuşabilen bir abi gelip rezervasyon mailimi ve bilgilerimi kontrol edip kaydımı ve ödemeyi aldı. Uykusuz ve yorgun olduğum için bir süre dinlenmek istedim. Şansıma o gün de hostel eski binasından 50mt ileride yeni daha güzel bir binaya taşınıyormuş. Eski binada ortalık bir yerde bulduğum bir çekyata kıvrılıp uyudum bir kaç saat. Yataklar perdelerle ayrılmış ve bir odada 6-8 kişi kalıyordu genelde fakat pek insan yoktu uyuyan bir iki turist dışında. Akşama binanın taşınacağını ve yeni binadaki odalarda konaklayacağımızı söylediler fakat temizlik, klima montajı, yatakların taşınması gibi işler devam ettiğinden oda tam olarak hazır değildi. Hemen sırt çantamı alıp dolaşmaya başladım öğle yemeği yedim ve bir sürü mağaza dükkan gezdim. Bir yandan da ODTÜ Kıbrıs'ta okuyan arkadaşlarımla iletişim halindeydik cumartesi günü Girne'ye geldiler görüştük bir şeyler yedik ve ertesi gün kampüslerindeki korku gecesine davet ettiler beni. Ben de baktım Girne'de gezilecek yerler bitti değişiklik olsun üniversite gençliği eğlencelidir gelmişken farklı yerler göreyim ve arkadaşlarımla vakit geçireyim diye atladım gittim. Girne'ye 45-50km uzaklıkta olan ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü oldukça büyük, yeni ve güzel binalarıyla yurtlarıyla göz kamaştırıyor. En büyük eksiği ise içerisinde yeterince öğrenci olmaması.
Korku gecesi düzenleyen kadronun içinde benim iki arkadaşım da olduğu için onlarla birlikte geceye hazırladık ortamı. Örümcek ağları, siyah perdeler, beyaz dumanlar, kırmızı ışıklar, kandan şaraplar, ses efektleri vs. derken kendimi bir anda makyaj odasında buldum. Taa İstanbullardan gelmişsin seni de boyayalım sen de gecenin bir parçası ol dediler tamam dedim. Oturttular beni bir koltuğa ve başladılar yüzümü beyazlaştırıp soluklaştırmaya. Daha sonra yara ve kan efekti ekledikleri yüzleri izledim nasıl makyaj yaptıklarını. Biraz biliyordum lisede tiyatroda oynarken bizim de çok özel bir makyözümüz vardı çok yetenekli bir ablaydı.
Konsept şu şekildeydi karanlık yer yer kırmızı ışıkla aydınlatılmış bir holden insanlar içeri alınacak ve film gösteriminin yapılacağı salona gidene kadar korku dolu yollardan geçeceklerdi. Vampir kızlar, korkunç tipli oğlanlar, zombiler, dumanlar, sesler filan tam en son her şey bitti artık salona giriyoruz dedikleri an giriş kapısındaki siyah perdenin arkasından makyajlı suratım ve siyah kıyafetimle fırlayarak insanları korkutuyordum ve fazlasıyla eğlendim. Sevgilisiyle gelip korkudan erkek arkadaşının üstüne atlayanlar, kız kıza gelip ikisi birden korkup kapıya çarpanlar, korkudan has.. diye küfredip erkekliğe bok sürdürmemeye çalışan tipler filan.
Herkes salona yerleştikten sonra biz de ekiptekilerle birlikte yerimizi aldık ve sabahlara kadar arka arkaya devam edecek korku filmleri gösterimlerine katıldık. Yanlış hatırlamıyorsam 3 film gösterildi, 1 veya 2 tanesini izleyip diğerlerinde solonun büyük bir çoğunluğu sızmış durumdaydı. Tabi ki ben de o çoğunluğun içindeydim.
Sabah erken saatlerde gelen taksi-otobüs tadında bir araçla Girne'ye geri döndüm. Marketten ekmek, reçel, krem peyniri, meyve suyu gibi şeyler alıp limanın denize sıfır olan kayalıklarında oturarak güzel bir kahvaltı yaptım. Daha sonra hediyelik eşya, bol bol değişik şekillerde bira bardakları ve Türkiye'den arkadaşların verdiği siparişlere göre içki, sigara gibi ürünlerden alıp çantamı hazırladım. Bir tane de yeni valiz aldım kendime.
Akşam yemeği için lezzetli ve uygun fiyatlı bir dürümcü keşfedip karnımı doyurdum ve Kibhaş'ın ofisine giderek servis saatlerini otobüsün nereden kalktığını filan öğrendim. Yine sabahın erken saatlerinde hostelden ayrılarak havalimanı servisine bindim. Ercan havalimanında çok sayıda hellim peyniri satan yer görünce meşhur herhalde diye düşünerek ev arkadaşlarımı da mutlu etmek amacıyla aldım biraz.
Sabiha Gökçen'e döndüğümde freeshopa uğrayıp 2 şişe daha içki alarak yurtdışından alkol getirme miktarlarını aştım ve çıkıştaki gümrük görevlilerinin Kıbrıs'tan gelen uçaktaki yolcuların çoğunun valizini x-ray makinesine koyarak incelediklerini gördüm. Bunun üzerine yasal miktarı aşmayacak kadar içki ve sigarayı valizime fazlalık olan şişeleri ise sırt çantama koyarak beni durdurmasalar bari diye dua ederek çıkışa doğru ilerledim. Gümrük görevlisinin valizinizi makineye koyabilir misiniz lütfen uyarısı üzerine heyecanım tavan yapsa da hemen arkasından sırt çantanızı koymanıza gerek yok demesiyle derin bir nefes aldım. Sonuçta kaçakçılık yapmıyorum arkadaşlarıma yakın çevreme getirdiğim için vicdanım rahat.
Aklınızda bulunsun KKTC'ye pasaportunuz olmasa dahi T.C. nufüs cüzdanınızla giriş çıkış yapabiliyorsunuz. Söylenenlere göre pasaportunda KKTC mührü olan kişileri Yunanistan sınırından içeri almıyormuş. Ben bunu daha sonradan öğrendim yeşil pasaportuma damga vurdurarak giriş çıkış yaptım ileride yolum Yunanistan'a düşer de sorun yaşar mıyım bilmiyorum. Pek bir önemi de yok zaten ya yeşil pasaportum var diye sorun etmezler ya da ben 25 yaşımı doldurduktan sonra pasaport defterim değişeceği için KKTC mührünü göremeyecekleri için sorun olmaz diye düşünüyorum. En kötü ihtimal Shengenle başka avrupa ülkesine gidip oradan geçiş yaparım çok gitmem gerekirse Yunanistan'a. Son olarak da bugüne kadar yurt dışına gidip geldiğimde hiç çantamı kontrol etmemişlerdi. Diğer hava limanlarında nasıl davranıyorlar bilmiyorum ama Sabiha Gökçen'de Kıbrıs'tan gelen uçağın yolcularının valizleri hep kontrol ediliyor bu konuda dikkatli olmanızı tavsiye ederim.
Kişiler: Tek Başıma
Üniversitede 2. sınıfın bahar dönemindeyiz henüz daha vizeler başlamamış. İnternette gezinirken Pegasus'un sitesinde Sabiha Gökçen-Ercan 39TL gibi bir fırsat gördüm. Nerede kalırım ne yaparım diye pek düşünmeden gidiş dönüş uçak biletimi aldım. Cuma günleri dersim yoktu pazartesiyi de ekeyim dedim çünkü kampanyalı en ucuz biletler o tarihlerde vardı. Giderken 04:30 dönerken de 06:40'ta kalkan uçağa bindim neyse ki İstanbul'da E-10 veya Havataş, Kıbrısta da Kibhaş'ın o saatlerde servisleri varmış (http://kibhas.org/).
ODTÜ Kıbrıs kampüsünde okuyan iki arkadaşım sayesinde uygun fiyatlı güzel bir hostel buldum. İsmi Cyprus Dorms (http://cyprusdorms.com/) gecelik 7euroya duşakabinli, sıcak sulu ve klimalı 2kişilik odalarda konaklamanın değerini ancak öğrenciyken cebinizdeki paraları denkleştirip bir yerlere gezmeye gittiğiniz zaman anlayabilirsiniz. İngiliz yaklaşık 35li yaşlarda bir abiyle aynı odayı paylaşmamın konuşarak dilimi geliştirmeye oldukça yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Adı üstünde dorms olduğu için tanımadığınız muhtemelen yabancı turistlerle odanızı paylaşıyorsunuz fakat parası çok olanlar veya rahatına düşkün olanlar için gecelik 20-25euro civarına private odalar da mevcut. Hostel eski Girne limanının oralarda ve her yere yürüyerek gitmek mümkün.
Sabahın erken saatlerinde önce Ercan havalimanından Lefkoşe'ye oradan da Girne'ye geçerken ilk dikkatimi çeken otobüslerin direksiyonlarının sağ tarafta olmasıydı. O kadar ilginç geldi ki biz araç geçmek için sollama yaparken onlar sağlama yapıyorlar.
Rezervasyonu internetten hostelin sahibine mail atarak yaptırmıştım sahibi Türk asıllı İngiltere'de yaşayan bir abi ve elimde hiç adres kroki filan yoktu. Tek bildiğim şey limanın oralarda bir yerlerde olduğu. Neyse Girne'ye gelince önce farkında olmadan bir baştan bir başa yürümüşüm şehri. Öğretmen evinin yerini ve fiyatlarını öğrendim, başka alternatif olabilecek kalınabilecek uygun fiyatlı motel,hotel,hostel ve benzeri yerleri keşfettim. Annem öğretmen olduğu için avantajlı konaklama imkanları sağlayabiliyor bazı öğretmen evleri eğer personel yakını kimlik kartınız varsa. Sırtımda sırt çantam hemen hemen tüm Girne'yi yürüdükten sonra limanı bulabilmek için deniz kenarına indim güzel minik bir meydan hemen yanında 5yıldızlı bir otel karşısında ise orduevi ve yemek yiyip bir şeyler içebileceğiniz hoş kafeler var. Sonra kıyıdan kıyıdan ilerleyerek limanı buldum. O ana kadar kimseye yer yön yol sormadan geldim. GPS gibi bir özelliğim de vardır gittiğim yerlerde kolay kolay kaybolmam yönlerimi çok iyi tayin ederim ve bir gittiğim yolu genellikle beynimdeki haritama kaydeder bir dahaki seferlerde rahatça bulabilirim. Limanda başladım sorup soruşturmaya nerededir bu Cyprus Dorms diye kimse bilmiyor. Sonra ara sokaklarda gezinirken bir internet kafe bulup girdim kendi internet sitelerinden adresi aldım ve internet kafeyi işleten bayana sokağın nerede olduğunu tarif ettirip kalacağım yere ulaştım. Kimse yoktu bir telefon numarası bırakılmıştı onu aradım ve zenci çok anlaşılır net bir ingilizcesi olan çat pat türkçe de konuşabilen bir abi gelip rezervasyon mailimi ve bilgilerimi kontrol edip kaydımı ve ödemeyi aldı. Uykusuz ve yorgun olduğum için bir süre dinlenmek istedim. Şansıma o gün de hostel eski binasından 50mt ileride yeni daha güzel bir binaya taşınıyormuş. Eski binada ortalık bir yerde bulduğum bir çekyata kıvrılıp uyudum bir kaç saat. Yataklar perdelerle ayrılmış ve bir odada 6-8 kişi kalıyordu genelde fakat pek insan yoktu uyuyan bir iki turist dışında. Akşama binanın taşınacağını ve yeni binadaki odalarda konaklayacağımızı söylediler fakat temizlik, klima montajı, yatakların taşınması gibi işler devam ettiğinden oda tam olarak hazır değildi. Hemen sırt çantamı alıp dolaşmaya başladım öğle yemeği yedim ve bir sürü mağaza dükkan gezdim. Bir yandan da ODTÜ Kıbrıs'ta okuyan arkadaşlarımla iletişim halindeydik cumartesi günü Girne'ye geldiler görüştük bir şeyler yedik ve ertesi gün kampüslerindeki korku gecesine davet ettiler beni. Ben de baktım Girne'de gezilecek yerler bitti değişiklik olsun üniversite gençliği eğlencelidir gelmişken farklı yerler göreyim ve arkadaşlarımla vakit geçireyim diye atladım gittim. Girne'ye 45-50km uzaklıkta olan ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü oldukça büyük, yeni ve güzel binalarıyla yurtlarıyla göz kamaştırıyor. En büyük eksiği ise içerisinde yeterince öğrenci olmaması.
Korku gecesi düzenleyen kadronun içinde benim iki arkadaşım da olduğu için onlarla birlikte geceye hazırladık ortamı. Örümcek ağları, siyah perdeler, beyaz dumanlar, kırmızı ışıklar, kandan şaraplar, ses efektleri vs. derken kendimi bir anda makyaj odasında buldum. Taa İstanbullardan gelmişsin seni de boyayalım sen de gecenin bir parçası ol dediler tamam dedim. Oturttular beni bir koltuğa ve başladılar yüzümü beyazlaştırıp soluklaştırmaya. Daha sonra yara ve kan efekti ekledikleri yüzleri izledim nasıl makyaj yaptıklarını. Biraz biliyordum lisede tiyatroda oynarken bizim de çok özel bir makyözümüz vardı çok yetenekli bir ablaydı.
Konsept şu şekildeydi karanlık yer yer kırmızı ışıkla aydınlatılmış bir holden insanlar içeri alınacak ve film gösteriminin yapılacağı salona gidene kadar korku dolu yollardan geçeceklerdi. Vampir kızlar, korkunç tipli oğlanlar, zombiler, dumanlar, sesler filan tam en son her şey bitti artık salona giriyoruz dedikleri an giriş kapısındaki siyah perdenin arkasından makyajlı suratım ve siyah kıyafetimle fırlayarak insanları korkutuyordum ve fazlasıyla eğlendim. Sevgilisiyle gelip korkudan erkek arkadaşının üstüne atlayanlar, kız kıza gelip ikisi birden korkup kapıya çarpanlar, korkudan has.. diye küfredip erkekliğe bok sürdürmemeye çalışan tipler filan.
Herkes salona yerleştikten sonra biz de ekiptekilerle birlikte yerimizi aldık ve sabahlara kadar arka arkaya devam edecek korku filmleri gösterimlerine katıldık. Yanlış hatırlamıyorsam 3 film gösterildi, 1 veya 2 tanesini izleyip diğerlerinde solonun büyük bir çoğunluğu sızmış durumdaydı. Tabi ki ben de o çoğunluğun içindeydim.
Sabah erken saatlerde gelen taksi-otobüs tadında bir araçla Girne'ye geri döndüm. Marketten ekmek, reçel, krem peyniri, meyve suyu gibi şeyler alıp limanın denize sıfır olan kayalıklarında oturarak güzel bir kahvaltı yaptım. Daha sonra hediyelik eşya, bol bol değişik şekillerde bira bardakları ve Türkiye'den arkadaşların verdiği siparişlere göre içki, sigara gibi ürünlerden alıp çantamı hazırladım. Bir tane de yeni valiz aldım kendime.
Akşam yemeği için lezzetli ve uygun fiyatlı bir dürümcü keşfedip karnımı doyurdum ve Kibhaş'ın ofisine giderek servis saatlerini otobüsün nereden kalktığını filan öğrendim. Yine sabahın erken saatlerinde hostelden ayrılarak havalimanı servisine bindim. Ercan havalimanında çok sayıda hellim peyniri satan yer görünce meşhur herhalde diye düşünerek ev arkadaşlarımı da mutlu etmek amacıyla aldım biraz.
Sabiha Gökçen'e döndüğümde freeshopa uğrayıp 2 şişe daha içki alarak yurtdışından alkol getirme miktarlarını aştım ve çıkıştaki gümrük görevlilerinin Kıbrıs'tan gelen uçaktaki yolcuların çoğunun valizini x-ray makinesine koyarak incelediklerini gördüm. Bunun üzerine yasal miktarı aşmayacak kadar içki ve sigarayı valizime fazlalık olan şişeleri ise sırt çantama koyarak beni durdurmasalar bari diye dua ederek çıkışa doğru ilerledim. Gümrük görevlisinin valizinizi makineye koyabilir misiniz lütfen uyarısı üzerine heyecanım tavan yapsa da hemen arkasından sırt çantanızı koymanıza gerek yok demesiyle derin bir nefes aldım. Sonuçta kaçakçılık yapmıyorum arkadaşlarıma yakın çevreme getirdiğim için vicdanım rahat.
Aklınızda bulunsun KKTC'ye pasaportunuz olmasa dahi T.C. nufüs cüzdanınızla giriş çıkış yapabiliyorsunuz. Söylenenlere göre pasaportunda KKTC mührü olan kişileri Yunanistan sınırından içeri almıyormuş. Ben bunu daha sonradan öğrendim yeşil pasaportuma damga vurdurarak giriş çıkış yaptım ileride yolum Yunanistan'a düşer de sorun yaşar mıyım bilmiyorum. Pek bir önemi de yok zaten ya yeşil pasaportum var diye sorun etmezler ya da ben 25 yaşımı doldurduktan sonra pasaport defterim değişeceği için KKTC mührünü göremeyecekleri için sorun olmaz diye düşünüyorum. En kötü ihtimal Shengenle başka avrupa ülkesine gidip oradan geçiş yaparım çok gitmem gerekirse Yunanistan'a. Son olarak da bugüne kadar yurt dışına gidip geldiğimde hiç çantamı kontrol etmemişlerdi. Diğer hava limanlarında nasıl davranıyorlar bilmiyorum ama Sabiha Gökçen'de Kıbrıs'tan gelen uçağın yolcularının valizleri hep kontrol ediliyor bu konuda dikkatli olmanızı tavsiye ederim.
Alanya Kalesi Adam Atacağı
Gezdiğim Tarih: 27-29 Ekim 2012
Kişiler: Ailece
Geçen kurban bayramında bizimkilerle tatile Alanya'ya gittik. Küçük sevimli bir şehir içi otelinde kaldık Diamore idi ismi sanırım. Yerli halk bizim Antalyalı olup tatile Alanya'ya gelmemize oldukça şaşırsalar da yaşayan nüfusun önemli bir çoğunluğunun Avrupa ülkelerinden gelen yabancılardan oluşması beni daha çok şaşırttı. Biz de yazları Kemer'i küçük Ruysa diye adlandırırdık. Onlar sezonluk turistti buradakiler gelip ev alıp iş kurup veya emekliliklerinin tadını çıkaran yerleşik turistler. Her neyse kısaca şehirden bahsedip asıl konu başlığına geçeceğim.
Alanya il olmayı hak edecek kadar büyük gelişmiş güzel bir ilçemiz. Antalya'ya uzaklığı yaklaşık 140km. Bol bol turistik tesis ve otellerin bulunduğu şehir muz meyvesiyle ünlü. Yol kenarlarında muz tezgahlarını görebilirsiniz. Belediyenin nasıl işlediğini tam olarak çözemediğimiz bisikleti kullanımını destekleme ve yaygınlaştırma politikası var. Ana caddelerin kenarlarına bisikletler için ayrılmış yollar ve bisiklet otoparkları var. Anlayamadığımız kısım ise bazı noktalarda aynı tip bisikletler kilitli olarak duruyor ve o bisiklet otoparklarında kiosk tarzı kartla işlem yapılabilecek minik ekranlar bulunuyor. Tam olarak çalışan bir tane göremediğimiz ve soracak birisini bulamadığımız için herhalde kredi kartıyla kendin bisiklet kiralıyorsun o noktalardan diye düşündük. Ayrıca ginger (Avrupa Yakasındaki Burhan'ın zencosu) kiralamakta oldukça yaygın.
Alanya kalesi, Damlataş mağarası ve liman başlıca görülecek yerler arasında. Limanda harika dizayna sahip yatlar mevcut. Saatlik veya günübirlik turlar düzenliyorlar, çok paranız varsa veya yeterince kalabalıksanız yatlardan birini komple kiralayıp istediğiniz yere açılma imkanınız da var. "Black Pearl" ve "Alanya Korsanları" isimli yatlar karayip korsanlarını andıran dizaynlarıyla gerçekten başarılı.
Damlataş mağarası ise astım hastalarına havasının iyi geldiği söylenen su damlası şeklinde sarkıt kayaların bulunduğu hoş bir mağara. Alanya merkeze 3-4km uzaklıkta. Alanya Belediye'si işletiyor ve giriş tam 4 öğrenci 2,5TL.
Son olarak da asıl başlık açma sebebim Alanya kalesi. Yaklaşık 4km lik bol yokuşlu, virajlı ve dar yollardan arabayla, taksiyle veya belediye otobüsüyle kalenin girişine kadar çıkabilmek mümkün. Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı olduğu için müze kartınız varsa direk okutup girebilirsiniz yoksa giriş 10TL. Kale güzel tarihi onlarca sarnıç var içerisinde. İç kalede adam atacağı diye bir kısım var. Aşağıya doğru baktığınızda deniz dibinizdeymiş gibi yatay olarak en fazla 5m uzaklıkta gibi görünüyor. Bir yerlerde okuduğum bilgiye göre de oranın denizden yüksekliği yaklaşık 250m imiş. İstediğiniz büyüklükte istediğiniz kadar taş atın denize ulaştırmanızın mümkün olmadığını söylüyorlar. Biz de aldık boy boy taşlar denedik tabi ki. İlk denemem fiyasko heyecanla biraz daha düşünüp daha ağır bir taş alıp tüm gücümü toplayarak fırlattım. Öyle uzağa öyle ileriye gitti ki taş bir an oradan geçen yatın birisine çarpacağını bile düşünmüştüm fakat aşağıya inene kadar geriye doğru geldi geldi ve tahminime göre denize 2-3m kala bir kaya bloğuna çarpıp sekerek suya düştü ve dalga oluşturdu. Bundan daha iyi bir atış yapamayacağımı düşündüğüm için zorlayıp devam etmedim. Gelelim bu işin hikmetine. Nasıl oluyor da var gücünüzle fırlattığınız taş hemen dibinizde olan denize bir türlü düşmüyor? Benim oradaki gözlemlerime göre olayın sebebi denizden kaya bloğuna doğru olan şiddetli hava akımı. Kıbrıs'tan doğru tüm hızıyla esiyor sanki. Ama eser de her zaman her gün her saat o kadar çok mu eser burayı bir efsane haline getirecek kadar rüzgar eser mi emin olamadım. Bir diğer kulaktan duyma teori ise o kaya bloğunun manyetik bir kütle çekim gücü olduğunu söylüyor.
Olayın bir de efsanevi kısmı var hemen ondan da bahsedeyim. Efsaneye göre bir zamanlar o kalede tutulan esirlere 3 taş atma hakkı verilirmiş. Eğer taşlardan birisini denize ulaştırabilirse hayatı bağışlanır ve özgürlüğüne kavuşurmuş ama hiçbirini yetiştiremezse oradan aşağıya atılarak idam edilirlermiş. Ve bugüne kadar taşı denize ulaştırabilenin olmadığı söyleniyor.
Merak uyandırdıysa sizde bu yazım bi araştırın bakalım neymiş bu Alanya kalesindeki adam atacağı? Hatta yolunuz düşer de giderseniz mutlaka ceplerinize taş doldurup denemenizi tavsiye ederim.
Kişiler: Ailece
Geçen kurban bayramında bizimkilerle tatile Alanya'ya gittik. Küçük sevimli bir şehir içi otelinde kaldık Diamore idi ismi sanırım. Yerli halk bizim Antalyalı olup tatile Alanya'ya gelmemize oldukça şaşırsalar da yaşayan nüfusun önemli bir çoğunluğunun Avrupa ülkelerinden gelen yabancılardan oluşması beni daha çok şaşırttı. Biz de yazları Kemer'i küçük Ruysa diye adlandırırdık. Onlar sezonluk turistti buradakiler gelip ev alıp iş kurup veya emekliliklerinin tadını çıkaran yerleşik turistler. Her neyse kısaca şehirden bahsedip asıl konu başlığına geçeceğim.
Alanya il olmayı hak edecek kadar büyük gelişmiş güzel bir ilçemiz. Antalya'ya uzaklığı yaklaşık 140km. Bol bol turistik tesis ve otellerin bulunduğu şehir muz meyvesiyle ünlü. Yol kenarlarında muz tezgahlarını görebilirsiniz. Belediyenin nasıl işlediğini tam olarak çözemediğimiz bisikleti kullanımını destekleme ve yaygınlaştırma politikası var. Ana caddelerin kenarlarına bisikletler için ayrılmış yollar ve bisiklet otoparkları var. Anlayamadığımız kısım ise bazı noktalarda aynı tip bisikletler kilitli olarak duruyor ve o bisiklet otoparklarında kiosk tarzı kartla işlem yapılabilecek minik ekranlar bulunuyor. Tam olarak çalışan bir tane göremediğimiz ve soracak birisini bulamadığımız için herhalde kredi kartıyla kendin bisiklet kiralıyorsun o noktalardan diye düşündük. Ayrıca ginger (Avrupa Yakasındaki Burhan'ın zencosu) kiralamakta oldukça yaygın.
Alanya kalesi, Damlataş mağarası ve liman başlıca görülecek yerler arasında. Limanda harika dizayna sahip yatlar mevcut. Saatlik veya günübirlik turlar düzenliyorlar, çok paranız varsa veya yeterince kalabalıksanız yatlardan birini komple kiralayıp istediğiniz yere açılma imkanınız da var. "Black Pearl" ve "Alanya Korsanları" isimli yatlar karayip korsanlarını andıran dizaynlarıyla gerçekten başarılı.
Damlataş mağarası ise astım hastalarına havasının iyi geldiği söylenen su damlası şeklinde sarkıt kayaların bulunduğu hoş bir mağara. Alanya merkeze 3-4km uzaklıkta. Alanya Belediye'si işletiyor ve giriş tam 4 öğrenci 2,5TL.
Son olarak da asıl başlık açma sebebim Alanya kalesi. Yaklaşık 4km lik bol yokuşlu, virajlı ve dar yollardan arabayla, taksiyle veya belediye otobüsüyle kalenin girişine kadar çıkabilmek mümkün. Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı olduğu için müze kartınız varsa direk okutup girebilirsiniz yoksa giriş 10TL. Kale güzel tarihi onlarca sarnıç var içerisinde. İç kalede adam atacağı diye bir kısım var. Aşağıya doğru baktığınızda deniz dibinizdeymiş gibi yatay olarak en fazla 5m uzaklıkta gibi görünüyor. Bir yerlerde okuduğum bilgiye göre de oranın denizden yüksekliği yaklaşık 250m imiş. İstediğiniz büyüklükte istediğiniz kadar taş atın denize ulaştırmanızın mümkün olmadığını söylüyorlar. Biz de aldık boy boy taşlar denedik tabi ki. İlk denemem fiyasko heyecanla biraz daha düşünüp daha ağır bir taş alıp tüm gücümü toplayarak fırlattım. Öyle uzağa öyle ileriye gitti ki taş bir an oradan geçen yatın birisine çarpacağını bile düşünmüştüm fakat aşağıya inene kadar geriye doğru geldi geldi ve tahminime göre denize 2-3m kala bir kaya bloğuna çarpıp sekerek suya düştü ve dalga oluşturdu. Bundan daha iyi bir atış yapamayacağımı düşündüğüm için zorlayıp devam etmedim. Gelelim bu işin hikmetine. Nasıl oluyor da var gücünüzle fırlattığınız taş hemen dibinizde olan denize bir türlü düşmüyor? Benim oradaki gözlemlerime göre olayın sebebi denizden kaya bloğuna doğru olan şiddetli hava akımı. Kıbrıs'tan doğru tüm hızıyla esiyor sanki. Ama eser de her zaman her gün her saat o kadar çok mu eser burayı bir efsane haline getirecek kadar rüzgar eser mi emin olamadım. Bir diğer kulaktan duyma teori ise o kaya bloğunun manyetik bir kütle çekim gücü olduğunu söylüyor.
Olayın bir de efsanevi kısmı var hemen ondan da bahsedeyim. Efsaneye göre bir zamanlar o kalede tutulan esirlere 3 taş atma hakkı verilirmiş. Eğer taşlardan birisini denize ulaştırabilirse hayatı bağışlanır ve özgürlüğüne kavuşurmuş ama hiçbirini yetiştiremezse oradan aşağıya atılarak idam edilirlermiş. Ve bugüne kadar taşı denize ulaştırabilenin olmadığı söyleniyor.
Merak uyandırdıysa sizde bu yazım bi araştırın bakalım neymiş bu Alanya kalesindeki adam atacağı? Hatta yolunuz düşer de giderseniz mutlaka ceplerinize taş doldurup denemenizi tavsiye ederim.
Fotoğrafçı mıyım Mühendis mi Dağcı mı Belli Değil?
Selam herkese. Öncelikle biraz kendimi tanıtayım istedim o yüzden ilk başlığım bu şekilde oldu. İtiraf edeyim ben blogdan pek anlamam bugüne kadar düzenli takip ettiğim veya okuduğum bir blog filan da olmadı burada işler nasıl dönüyor insanlar ne yazıyor onu da çok iyi bilmiyorum ama heves ettim açtım işte bir tane ben de. Facebook'tan daha faydalı bir şey olacağına inandığım için açtım, çevremde bir kaç kişinin bir kaç yazısını görüp açtım falan filan.
Ben doğa sever, yeşilin ve mavinin tonlarını, toprak kokusunu özleyen bir dağcı, kimi zaman hayattan bol bol kareler yakalayıp ölümsüzleştiren bazen konulu çalışan amatör bir fotoğrafçı, hem şu sıralar diplomamı yeni aldığımdan dolayı hem de bunu yaşamıma yansıttığımdan dolayı kendimi mühendis hisseden biriyim işte. Asıl en önemli yanım ise yeşil pasaportuyla (annem sağ olsun canım benim) yurt içi yurt dışı fark etmez diyen bir gezginim. Bu yönlerimin çoğunu da babamdan aldığıma ve o yüzden yatkın olduğuma inanıyorum biraz. Kendisinin yokluk içinde gönüllü çalışma kamplarına gitmesi otostopla avrupayı dolaşmasına hep özenmiş ve ders çıkarmışımdır. (Belki onu da ayrıntılı anlatırım bir yazımda)
Burada gezdiğim gördüğüm yerlerden, yaşadığım enteresan şeylerden, yeri geldiğinde bilimsellik kokan kafama takılan olaylardan, 90'lardan ve o anki psikolojime göre aklıma gelebilecek herhangi bir şeylerden bahsetmeyi planlıyorum. Görelim bakalım ileride bu ilk yazıma dönüp bakacağım blogdan ne bekliyordum ne düşünüyordum ne yapmışım diye.
Ben doğa sever, yeşilin ve mavinin tonlarını, toprak kokusunu özleyen bir dağcı, kimi zaman hayattan bol bol kareler yakalayıp ölümsüzleştiren bazen konulu çalışan amatör bir fotoğrafçı, hem şu sıralar diplomamı yeni aldığımdan dolayı hem de bunu yaşamıma yansıttığımdan dolayı kendimi mühendis hisseden biriyim işte. Asıl en önemli yanım ise yeşil pasaportuyla (annem sağ olsun canım benim) yurt içi yurt dışı fark etmez diyen bir gezginim. Bu yönlerimin çoğunu da babamdan aldığıma ve o yüzden yatkın olduğuma inanıyorum biraz. Kendisinin yokluk içinde gönüllü çalışma kamplarına gitmesi otostopla avrupayı dolaşmasına hep özenmiş ve ders çıkarmışımdır. (Belki onu da ayrıntılı anlatırım bir yazımda)
Burada gezdiğim gördüğüm yerlerden, yaşadığım enteresan şeylerden, yeri geldiğinde bilimsellik kokan kafama takılan olaylardan, 90'lardan ve o anki psikolojime göre aklıma gelebilecek herhangi bir şeylerden bahsetmeyi planlıyorum. Görelim bakalım ileride bu ilk yazıma dönüp bakacağım blogdan ne bekliyordum ne düşünüyordum ne yapmışım diye.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)